Edebiyattan sinemaya: Tahtını kaybeden bir kral; Son Patron

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için "Son Patron"u yazdı

Fitzgerald'ın 1940'taki ölümümün ardından yayınlanan, sinematografik gücü ve akıcılığıyla dikkat çeken Son Patron (The Love of the Last Tycoon) adlı bu roman, sinema dünyasının önemli figürlerinden biri olan Monroe Stahr'ın Hollywood'ın parlak ışıklarının ardındaki siyasi çekişmelere, trajedilere, ümit ve ümitsizliklere yer veren hikâyesini çarpıcı bir şekilde anlatıyor.


Tahtını kaybeden bir kral; Son Patron

Yönetmen: Elia Kazan / Oyuncular: Robert De Niro, Tony Curtis, Robert Mitchum, Jeanne Moreau, Jack Nicholson, Donald Pleasence, Ray Milland, Dana Andrews, Ingrid Boulting, Peter Strauss, Theresa Russell, Tige Andrews, Morgan Farley, John Carradine, Jeff Corey, Diane Shalet, Seymour Cassel, Anjelica Huston, Bonnie Bartlett, Sharon Masters, Eric Christmas, Leslie Curtis, Lloyd Kino, Brendan Burns, Carrie Miller, Peggy Feury, Betsy Jones-Moreland, Patricia Singer, Rutanya Alda, Don Ames, Shirley Anthony, Jack Berle, Don Brodie, Nick Cairis, Dick Cherney, Robert Cole, George DeNormand, Peter Paul Eastman, Pamela Guest, Jester Hairston, Bob Harks, Byron Morrow, Monty O'Grady, Arnold Roberts, Cosmo Sardo, Montana Smoyer, Nico Stevens, Arthur Tovey, H.M. Wynant / Süre: 123 dakika
 

 

Onun herkesin düşlerini gerçekleştirme gücü vardı; kendisininkiler hariç…


Yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatında Ernest Hemingway ve William Faulkner ile birlikte Kayıp Kuşak'ın temsilcilerinden biri olarak anılan ve Türkiye'de Muhteşem Gatsby, Caz Çağı Öyküleri ve Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi gibi eserleriyle tanınan F. Scott Fitzgerald, bu defa 1930'larda altın çağını yaşayan Hollywood'da geçen romanıyla beni hayal dünyamda eşsiz bir yolculuğa çıkardı.
 


Sam Spiegel'in yapımcılığını, Elia Kazan'ın ise yönetmenliğini üstlendiği, Fitzgerald'ın kaleme aldığı fakat ölümü nedeniyle tamamlayamadığı bu yarım kalmış romandan sinemaya uyarlanan The Last Tycoon adlı film de bu eseri bana görsel olarak özetleyen nadide bir yapım oldu.
 


Türkiye'de de Son Patron adıyla gösterilen bu film yıldızlar geçidi denebilecek oyuncu kadrosuna rağmen uyarlandığı romanın tamamlanmamış olması nedeniyle bir kısım eleştirmenler tarafından başarısız bulunmuşsa da ben şahsen seyrederken bunun tam aksini düşündüm.
 


Hatta henüz yeni okuyabildiğim bu kitap vesilesiyle keşfettiğim bu filmin yarım kalmış bir romanın mükemmel bir sinema uyarlaması olduğunu da söyleyebilirim, çünkü çoğunlukla bir edebi eserin uyarlamasını izlerken her zaman aslına kıyasla yüzeysel bulmuşsam da bu defa bana tam aksini yaşatan bir duyguyla bu filmi seyrettim.
 


Elbette ki filmin bana bu duyguyu yaşatmasındaki en büyük etkenin, yarım kalmış bir eserin filmin yapımcılarına sağladığı yaratıcı özgürlük olduğu kanaatindeyim.
 

 

Romandan sinemaya

1957'de bir televizyon oyunu olarak da uyarlanmış olan bu eseri 1976 yılında bu defa aynı adlı bir film için yeniden ele alan İngiliz dramatist Harold Pinter bu filmin senaryosunu yazmayı üstleniyor.

Harold Pinter tarafından ilginç bir kurgusallıkla, dokunaklı bir şekilde senaryolaştırılan bu filmin her şeyden önce senaryo yazarları için de bir ders niteliğinde olduğunu belirtmem gerekiyor; uyarlama sürecinde -elbette aslına sadık kalarak- bir film için diyalog nasıl yazılır, olay örgülerindeki akıcılık nasıl sağlanır ve boşluklar nasıl doldurulur diye merak eden senaristler için de film bana göre bir cevap niteliği taşıyor.
 


Yarım kalmış bir eserin belirsizliklerinden dolayı romanın sinemaya uyarlanmasındaki tüm zorluklara rağmen Elia Kazan'ın elde olanın özündeki tüm karmaşaları ayıklayıp basitleştirerek estetik bir şekilde öyküyü kadraja alma biçimi, Victor Kemper ve Gene Callahan'ın sade yapım tasarımlarının zevkli sinematografisinde oldukça dikkat çekiyor.
 

 

Efsanevi bir Hollywood yapımcısı

Fitzgerald'ın çok yakından tanıdığı stüdyo patronları, yitik senaryo yazarları ve yıldız olmak için kendini paralayan oyuncuları ile dolu sinema dünyasının acımasız iç yüzünün ortaya serildiği romanın baş karakteri olan Monroe Stahr için, gerçek hayatta MGM Film Stüdyosu'nun ünlü genç yapımcısı Irving Thalberg'den ilham alınmış, filmde de bu karakteri Robert De Niro canlandırmış.
 


Wall Street yatırımcıları tarafından ele geçirilmeden önce Hollywood'da gençliği, doğru aktörleri ve aktrisleri seçmesi, en iyi personeli toplaması ve çok karlı filmler yapma konusundaki olağanüstü yeteneği yüzünden kendisine "Harika Çocuk" denilen, sanatı ticaretin önüne koyan az sayıdaki yapımcıdan biri olduğu söylenen Thalberg, ilerleyen zatürre hastalığı nedeniyle 1936'da 37 yaşında hayata veda etmiş.
 


Irving Thalberg'i ve dünyasını ciddiye alan bu sempatik eserin uyarlamasında Robert De Niro özellikle günlük rutini olan film yapım işleriyle uğraştığı sahnelerdeki başarısıyla bu rolü o kadar güzel üstlenmiş ki Amerika'nın en iyi aktörlerinden biri olarak anılmadan çok önce bu ve benzeri yapımlardaki performanslarıyla itibarının temellerini daha o yıllarda atmış.
 


Filmde otuzlu yaşlarının ortasında olan Stahr'ın kitapta; gençken, görmek için güçlü kanatlarla çok yükseğe uçtuğu, doğruca güneşe bakabilecek gözleriyle, oradan yeryüzündeki tüm krallıklara baktığı, en nihayetinde kanatlarını durmaksızın çırparak orada herkesten çok daha fazla kaldığı ve sonrasında da o olağanüstü yükseklikte gördüklerini hatırlayarak yavaşça yeryüzüne indiği anlatılıyor.

Devamında da yirmili yaşlarının başında yapım şirketinin tüm sanatsal kararlarını vermeye başlayan dahi bir yapımcı olarak sinemaya olan önemli katkıları üzerinden yaşamından bir kesit sunuluyor.
 


Filmde, ünlü bir sinema yıldızı olan ama birkaç yıl önce ölen karısı yüzünden acı çeken Stahr, tüm enerjisini ve vaktini işine harcıyor; ona platonik olarak aşık olan ortağının alımlı kızı Cecelia'nın davetkar taleplerinden kaçarak filmlerin çekimlerini değerlendiriyor, kurgularını yapıyor, baştan savma çekimler yapan bir yönetmenin işi batırmasını önlüyor, ekipteki diğer kişilerle anlaşmakta zorlanan yorgun bir senaristle işine odaklanabilmesi için moral verici bir konuşma yapıyor, bir sinema jönünün iktidarsızlık sorunlarıyla gizlilikle ilgilenip karısıyla olan dertlerini dostça dinliyor, yıldız bir kadın oyuncunun öfke nöbetlerini yatıştırıyor, kurum içindeki sessiz savaşlara ve iktidar mücadelelerine karşı gardını koruyor ve bir stüdyo yöneticisinin uğraşması gereken diğer günlük işlerin her biriyle tek tek bizzat kendisi ilgileniyor.
 


Bu açıdan roman ve film izleyiciye benzersiz ve bilinmeyen bir dünyayı tanıtırken özellikle film yapımcılarının keşfedebileceği potansiyel konular açısından da oldukça zengin bir olay örgüsünü içinde barındırıyor.


Özgürce akan duygular

New York'un Doğu Yakası'ndan Kaliforniya'da gelip mütevazı başlangıçlarla kariyerine adım atan ve azmiyle yükselerek stüdyonun genç ve otokratik yöneticisi olan Stahr, bir deprem sonrasında sette çıkan kaosun ortasında eski karısı gibi görünen ama kim olduğu bilinmeyen bir kadınla karşılaşıyor.
 


Merakına yenik düşüp arkadaşıyla birlikte kaçak olarak stüdyoları gezen egzotik bir İrlandalı olan Kathleen Moore adlı bu kadın deprem sonrasında seti basan selde mahsur kalınca, hayatta kalmak için tutunduğu, Hint kültüründe yıkımın sembolü olan Tanrı Şiva'nın suda yüzen başı üzerinde süzülerek istemsizce Stahr'ın hayatına giriyor.
 


Aslında buradaki Tanrı Şiva sembolü bile hikâyenin devamında bu gizemli kadının Stahr'ın hayatını ne yönde etkileyeceğini net bir şekilde açık ediyor ama elbette kendisine unutamadığı karısını anımsatan bu sevimli, narin ve gizemli kadına Stahr çoktan ilk görüşte âşık oluyor.
 


Nihayetinde Stahr'ın okyanusa yakın inşaat halindeki malikanesinde birbirlerine açılan çift filmin en nazik ve etkileyici aşk anlarından bazılarını içeriyor.

Ancak stüdyodaki güç mücadeleleri Stahr'ın gerçek sevgiyi göremeyecek derecede dikkatini dağıtıyor ve ilişkilerini sağlıklı bir şekilde sürdürmeyi başaramıyor.
 


Stahr'ın iş ortağı, stüdyodaki müttefiki, İrlandalı akıl hocası ve arkadaşı olan üst düzey finans yöneticisi Pat Brady'nin Bennington Koleji'nde okuyan kızı Cecelia'yı da etkileyen fiziksel cazibesi, iş zekâsı ve doğasında var olan şeytan tüyü Stahr'ı etrafındakiler için bir tehdit haline getiriyor.

Stahr'ın sanatsal fikirleri ticari beklentilerle çakıştıkça yönetim kurulunda yer alan ortaklar ve avukatlarıyla anlaşmazlıklar yaşamaya başlıyor ama olaylar bu insanların diğerlerinden daha iyi ya da daha kötü olduğunu söylemeksizin durumun kendiliğinden ortaya çıkması sonucu derinlik kazanıyor.
 


Stahr'ın iş yerinde yüzleşmek zorunda kaldığı sorunları, senaristleri örgütlemeye çalışan komünist bir yazarla karşılaşıncaya kadar hızlanıyor ve Stahr sonunda kontrolünü kaybederek tek yumrukla kariyerini mahvediyor.
 

 

Yarım kalan bir hikâye

Fitzgerald'ın ünlü romanı Muhteşem Gatsby'de olduğu gibi; yine, iktidar ve hayal kurma, yanılsama ve aşk, para ve masumiyet karşıtlıklarının bir insan hayatında yan yana durup duramayacaklarını sorguladığı ancak son noktasını koyamadan ardında bıraktığı ve ölümünden bir yıl sonra 1941'de yayımcısının yazarın dağınık notlarını bir araya getirerek yayımladığı; özgün adı The Love of The Last Tycoon olan, Türkçe'de ise farklı yayınevleri tarafından Son Düş, Son Hükümdar, Son Kodaman ya da Son Kral olarak yayınlanmış olan bu eseri ben VakıfBank Kültür Yayınları (VBKY)'nın Edebiyat Serisi'nde Aralık 2020'de Son Patron adıyla yayımlanan Duygu Miçooğulları'nın çevirisinden okudum.
 


Fitzgerald, bu romanı birinci şahıs ve üçüncü şahıs anlatılarının karışımıyla yazdığı için hikâye başlarda bana biraz ağır ve karmaşık geldiyse de kitabın üzerine filmi seyrettikten sonra her şey benim için daha da berraklaştı ve yerli yerine oturdu.
 


Doğrusunu söylemek gerekirse, film en başından sonuna kadar ilgiyle seyrediliyorsa da filmin aksine kitapta ilk bölümler durağan hatta yer yer sıkıcı olabilmekle birlikte metnin yarısından sonra öykü toparlanmaya, kendini bulmaya ve tempo artmaya başlıyor.
 

Ancak bu yarım kalmış hikâyenin ilk bölümleri, bir sinema yapımcısının iş yaşamında nasıl çalıştığını, tesadüfen karşılaştığı gizemli bir kadına duyduğu sevdayı ve sonlara doğru ise uzlaşmaya çalıştığı güç odaklarından birinin temsilcisiyle olan mücadelesi ve âşık olduğu kadının başkasıyla evlenmesini anlatarak yaptığı işle ayakta kalmış olan Stahr'ın nihayetinde tarumar olan dünyasını ele alıyorsa da aslında yazarın aklındakilerin bu anlatılanlardan çok daha öte olduğu kendini belli ediyor.
 


Öyle ki mevcut eserde bir son olarak karşımıza çıkan ama aslında olayların başlangıcı olduğu tahmin edilen kısımda yer alan komünist parti temsilcisiyle başlayan mücadele sonrasında işçi hareketleri karşısında Hollywood'un aldığı tavır, Amerikan kapitalizmindeki sosyalist hareketler, bunların güç çevrelerince nasıl geri püskürtüldüğü, film sektöründe patronların kendi içindeki mücadeleleri ve birbirlerini öldürtmeye kadar varan kumpasları, yazarın romanda işlemeyi tasarladığı konular arasında yer aldığı görülüyor.
 


Ama ne yazık ki yazarın notlarından anlaşıldığı üzere eserin basılan bu hali, kitap taslağının belki yarısını, hatta editoryal aşamayı da düşününce belki de çeyreğini oluşturuyor ve temponun tam da artmaya başladığı yerde hikâye son buluyor.
 


Film de son sahnesinde seyircisini elinde ne yapacağını bilmediği beş sentle ortada bırakırken Hollywood rüyasının boşluğunda sonsuza dek dolaşmaya mahkûm olan Stahr'ın karanlık ve sessiz bir şekilde tek başına bilinmezliğe doğru yürüyüşüyle bitiyor.
 


Jack Nicholson'un kısa da olsa stüdyo patronlarının itirazlarına karşı yazarları bir araya getirmeye çalışan komünist işçi sendikasının bir temsilcisi olarak Robert De Niro ile aynı filmde yer aldığı, Ingrid Boulting'in ilk oyunculuk deneyimini ortaya koyduğu, müzikleriyle de insanın kalbine akan bu filmi aldığı tüm eleştirilere rağmen bence izlemek büyük bir keyif.

Bu filmi bir zaman kaybı olarak düşünerek seyir listesinden çıkarmış olanlar varsa da onlara teessüf ederim.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU