İftihar karşılığında kalkınmayı gözden çıkarmak

Yakın perspektif, kazanın korkunçluğunu; tarihsel perspektif, ki bu aynı zamanda işin özü, sadece Irak değil, Suriye, Yemen, Lübnan ve İran'ın yıllar süren ihmalden etkilenen altyapısını yansıtıyor

Bağdat'ta Kovid-19'a yakalananların kaldığı İbn el-Hatib Hastanesi'ndeki bir Kovid-19 hastası dün oksijen tüpleriyle çevrili bir şekilde ziyaret edilmeyi beklerken / Fotoğraf: AFP

Bağdat'taki İbn el Hatip Hastanesi'nde yaşanan talihsiz trajedide, çıkan yangın sonucu 80'den fazla Irak vatandaşı hayatını kaybetti. Ölenler arasında korona hastalarının yanı sıra hasta refakatçileri de vardı.

Yangının nedenleriyle ilgili açıklamalar çeşitli ve başında da Irak sağlık sisteminin tarihsel olarak zayıf altyapısı geliyor. Konuya biri yakın diğer tarihsel olmak üzere iki perspektiften yaklaşılabilir.


Yakın perspektif, kazanın korkunçluğunu; tarihsel perspektif, ki bu aynı zamanda işin özü, sadece Irak değil, Suriye, Yemen, Lübnan ve İran'ın yıllar süren ihmalden etkilenen altyapısını yansıtıyor.

Bu ülkelerin tamamında sebepler neredeyse aynı. Totaliter rejimler, halklarını yönetmekte benimsemeleri gereken denklemin, gelişim ve kalkınmadan ziyade "şan, iftihar ve yüceltme" olduğunu düşündüler.

Buna giden yol, bu ülkeleri yöneten ve bugün yönetmeye devam eden rejimlerin "tek ideoloji" ve asker tabiatlı olmasından geçiyordu.

Tek ideoloji, kim bilir kaç insanı İbn el Hatip Hastanesi'nde olduğu gibi gerçekten yaktı.

Yahut iktidarı elinde tutanlar, içeride halklarının hak ettikleri gelişmeye alternatif olarak militarizme güvenip genişlemeyi arzuladıkları çevremizdeki diğer yerlerde olduğu gibi manevi olarak yakıp kül etti.

Saddam Hüseyin ve Hafız Esad, "ebedi bir mesaj" ile görevlendirildiklerini sanıyorlardı. Askeri madalyalar kuşanıp buna inandılar.

Saddam ilk önce Irak'taki Kürt halkıyla, ardından içerideki muhalifleriyle, daha sonra da komşusu İran ile savaştı.

Saddam rejiminin kendisiyle övünmesi sonunda onu "Arap Birliği"ni gerçekleştirmek iddiasıyla Kuveyt'i işgal etmeye itti. Arkasında Iraklıların bedelini ödedikleri ve belki de daha uzun süre ödeyecekleri trajediler bıraktı.

Her yarı askeri ve tek ideoloji sürecinde, kalkınmaya tahsis edilmesi gereken kaynaklar, güvenlik organlarına ve silahlara harcandı.


Hafız Esad ve oğlu Beşşar da Suriye ve Lübnan'da aynı şeyi yaptılar. Kendi ülkelerini harabeye çevirip bir de komşu ülkenin zenginliklerinin kontrolünü ele geçirdiler.

Daha sonra bunu içeride bir ortaklığa dönüştürdüler. Bunun sonucunda, bir kez daha "bana boyun eğin ben sizin için Filistin'i kurtarırım" sloganı altında Lübnaniflas ederken, Suriye'de devlet diye bir şey kalmadı.


Irak'taki trajediye dönecek olursak, Irak'ın nüfusu bugün yaklaşık 40 milyon, ortalama gayri safi milli gelir yaklaşık 200 milyar dolar ve kişi başına düşen ortalama gelir 5 bin doların biraz üzerinde.

Büyük gelire sahip ülkeler bir yana Irak, ortalamanın altında ve yaklaşık 10 milyon nüfusa sahip, kişi başına düşen ortalama milli geliri çift haneyi geçmeyen Ürdün gibi bir ülkeyle bile karşılaştırılamayacak şekilde bir sağlık sistemi kurmakta başarısız oldu.

Ürdün daha başarılıydı çünkü tüm imkansızlıklarına rağmen oldukça verimli bir sağlık sistemi kurmayı başardı.

İkisi arasındaki fark, Ürdün'ün "şan ve zafere götürecek üniter" bir projeyle kendisini bağlamaması veya parasını silahlanma ve ordu için tüketmesine neden olacak bir proje üstlenmemesidir.


Bugün aynı ölümcül hataya İran'da da tanık oluyoruz. İranlıların makul bir yaşam sürmeleri ve buna giden kalkınma yollarının önünün açılması önemli değil.

Önemli olan, ülkelerinin milisleri kontrol edip politikacıları etkisiz hale getirerek çevrede genişlemesinden gurur ve iftihar duymaları.

Oysa sızdırılan son (ama ilk değil) ses kaydında Muhammed Cevad Zarif'in yaptığı gibi rejime yakın siyasi isimler dahi bundan şikâyet ediyorlar.

Halkının çoğu yoksulluk sınırının altında yaşarken İran, militarizme ve ülke dışındaki siyasi kollarına milyarlarca dolar harcıyor.


Modern tarih, bize, benzer ölümcül hata örnekleri sunuyor. Göğsü madalyalarla dolu Adolf Hitler, Alman halkını başlangıçta çevrede Almanca konuşan azınlıklar bulunduğu ve bunların "anavatana" eklenmesi ve "tek halk tek Reich"ın kurulması gerektiği bahanesiyle doğu ve batıda şiddetli savaşlara sürükledi.

Bu savaşlar daha sonra 20 milyon insanın hayatını kaybettiği bir dünya savaşına dönüştü. Sonunda Almanya korkunç bir yıkım içindeyken Hitler, gizli sığınaklarından birinde intihar etti.

Maalesef bugün bunun çekirdeklerini Rusya Federasyonu'nda da görüyoruz. Rusya, Ukrayna'da Rusça konuşan önemli bir grup olduğu ve bu grubun coğrafi olarak kendi topraklarına katılması gerektiğini iddia ediyor.

Halbuki her iki durumda da ne 1939 yılında Almanya'ya komşu ülkelerde Almanca konuşanlar Almanya'ya ne de bugün Ukrayna'da Rusça konuşanlar Rusya'ya katılmak istemiyorlar.

Bu iki örnek bugün yaşadıklarımız ile karşılaştırılabilir. Komşu ülkelerdeki tüm Şiilerin İran projesine katılmak istedikleri yönündeki İran söylemi veya yanılsaması, yanıltıcıdır.

Para ve makam vaadi ya da gözdağı gibi çeşitli nedenlerle küçük bir kesimin projeye katılması, ki bu kişiler herkesten önce özgürlüklerini kaybettiler, kabullenmek olarak kabul edildi.

Oysa çevre ülkelerdeki Şiilerin hepsi ne şimdi ne de gelecekte İran modeline katılmak istemiyorlar ve bu nedenle Irak ve Lübnan'da buna direniyorlar.


Yemen'de yaşananlar da benzer, ulusal ve mezhepçi farklı sloganlar altında zorla İran modeli dayatılmaya çalışılıyor.

Husiler dışında bu model konusunda hevesli olanlar, bu projenin Yemen'de başarılı olması durumunda ilk kurbanlar, sonraki yıpratma savaşlarında ilk kurban edilecekler arasında olduklarını bilmiyorlar.

Avrupa'da yayılan faşist düşüncelerin gölgesinde doğan Baas Partisi'nin benimsediği faşist ideoloji ile Velayet-i Fakih düşüncesi aynıdır; bana mutlak itaat gösterin, sizi zafere ulaştırayım ve yaşadığımız bölgenin ganimetlerine el koyayım. Kalkınmaya gelince, başka bir zamana kalsa da olur.


Bu denklem karşısında bu tek boyutlu ülkelerde altyapının çökmesi, insan canının değersizleşmesi, öyle ki katliamlara, etnik temizlik ve yargısız infazlara karşı yükselen küresel seslerin bu ülkelerin meydanlarında yankılanmaması son derece doğal.

Tüm bu projeleri birleştiren nokta; bir yanılsama, "kurtarıcı adam" ve askeri güç aracılığıyla uygulanacak "kurtarıcı proje" illüzyonudur.

Gerçek olan denklem ise, Ortadoğu halkları dahil olmak üzere tüm halkların kalkınma, güvenlik, çatışma ve savaşlardan vazgeçme özlemidir.

Hitler, projesinin başında komşu ülkelerin benimsediği yatıştırma politikasının arkasında kendisinden duyulan korku ya da projesine teslimiyetin durduğunu sandı.

Durumu yanlış okudu. Irak'taki silahlı gruplar, Lübnan'da Hizbullah, Yemen'de Husiler ya da İran'daki askerler olsun bugün şiddet ve savaş çağrıları yapanlar da yanlış bir okuma yapıyorlar.

Yalnızca yoksulluk, darlık ve ölüm üretiyorlar ve tüm bunları dezenformasyon yoluyla yapıyorlar.

Son olarak; sızdırılan son ses kaydında Zarif, "İslam Cumhuriyeti'ni askerler yönetiyor" demişti. İşte size içeriden bir tanıklık.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU