Abya Yala'dan Pachamama'ya Latin Amerika'nın ekopolitiği: Siyasetin inşası topraktan başlar

Özgür Uyanık Independent Türkçe için yazdı

Düşüncenin sömürgecilikten arınmasında hiçbir akım yerli kozmolojisi kadar etkili olamadı. Çünkü tüm modern ideolojiler sömürgeciliğin ürünüydüler. Yerlilerin iç dünyalarında dilleri, kültürleri ve ritüelleriyle yaşattıkları evren sömürgecilik öncesi insanı bugüne taşıdı / Fotoğraf: Cultura Colectiva

"Macondo", Gabriel García Márquez'in "Yüz Yıllık Yalnızlık" eserindeki kurgusal kasabaya verdiği isimdir. Bu ismi bir ağaçtan esinlenerek uydurmuş. Onu kendi büyülü gerçekçiliğinde, ev ev inşa etmiş. 

İlginçtir; 2010'da Meksika Körfezi'nde patlayan ve tarihin en büyük petrol felaketine neden olan rezerv işletmesine de -bize Karayipler'de uçan sarı kelebeklerin hayalini kurduran- Macondo ismini vermişler.

Patlamadan tam 7 ay sonra bir grup aktivist kaza yerinden çok uzakta, Güney Amerika'da, Ekvador Yüksek Mahkemesi'ne başvurdu: Meksika körfezindeki felaketten sorumlu olan şirket "Doğa Hakları"nı ihlal etmişti. 

Ekvador anayasasında "Doğa Hakkı"nı tanıyan ilk ülkedir.

Bu olay hem "ekopolitik" ya da diğer bir deyişle "politik ekoloji"nin hukuktaki ilk yansıması hem de çevre hukukunun ulus ötesi hale getirilmesi çağrısıydı.

Ancak ekopolitika, yukarıdan bir takım hukuki düzenlemelerle getirilecek bir düzenlemeden çok ötesidir.
 

5.jpg
Brezilyalı teolog Leonardo Boff ekopolitiği "gezegenden aldığını yeniden ona verip üreterek zenginleşme" olarak tarif ediyor


Kavrama, üst yapıdan değil en alttan tarihsel sürecin başından değerlendirerek bakmak daha doğru bir yaklaşım olur.

Mesela şu soruyla başlamalı: "Kıtamızın adı nedir?"

Latin Amerika "Bağımsızlık Okulu"nun kapısından adımını atan öğrencilere sorulan bu soru kuşkusuz provokatiftir.

Öğrencilerin düşüncelerini temelden sorgulamalarını ve yeniden inşa etmelerini amaçlar.

Genel olarak cevap hazırdır: Latin Amerika
 

2.jpg
"Güneyin kozmik kuşağında yürüyüşe çıkıyorum/ zamanın ve ışığın en yeşil yerine ayak basıyorum/yürüken tüm amerikayı kendi tenimde hissediyorum/ ve kanımda boşalırken sesimi özgürleştiren bir nehir gidiyor" Grup "Calle 13"in, "Latinoamerica" şarkısı


Fransız sömürgeciliğinden miras bu isim, iletişim açısından en kolaylıkla kullanılanıdır.

Kimisi egemen dile gönderme yaparak Hispano ya da İberamerika adlarını kullanır.

Biraz daha bilinçli olanlar, Perulu Victor Haya de La Torre'nin "Indoamerica" yani "Yerli Amerikası"nı, bazıları da Kübalı José Martí'nin "Bizim Amerika"sını kullanır.

Oysa Avrupalı sömürgecilerin istilasından önce de kıtadaki medeniyetlerin kullandığı isimler vardı.

Örneğin İnkalar Twantinsuyu ("dört bölge" anlamında esas olarak günümüz Peru, Ekvador ve Bolivya bölgesi), Aztekler Anauhuac ("sular arası" anlamında günümüz Meksika ve Guatemala bölgesi), Guarani halkı Pindorama ("bereketli topraklar" anlamında çoğunlukla Arjantin, Paraguay, Güney Brezilya ve Bolivya'nın bir bölümünü kapsar) kullanmaktadır. 

Son yıllarda kullanılmaya başlayan en dikkat çekici isim ise; Kolombiya'nın kuzey dağlarında yaşayan Kuna halkı tarafından verilmiştir: "Abya Yala"

Abya Yala, Kuna halkının dilinde "olgun topraklar", "yaşayan topraklar" veya "gelişen topraklar" anlamına gelir.

"Abya Yala" daha önce bazı tarihçi ve aydınlar tarafından "Amerika" adına karşı kullanmış olsa da, politik anlamda ilk kez 2004 yılında "Abya Yala Yerli Milliyetleri" zirvesinde Ekvador'un başkenti Quito'da kabul edildi. 

2007'de Guatemala, Iximche'de düzenlenen "Abya Yala Yerli Halkları ve Milliyetlerinin III. Kıta Zirvesi"nde "Yerli Milliyetlerin Kıta Koordinasyonu"nu oluşturmaya da karar verdiler. 
 

3.jpg
"Abya Yala" ile birlikte, "yerli halklar" ifadesinin gerçek anlamına kavuştu: Mayalar, Cunas, Chibchas, Mixtecas, Zapotecs, Ashuares, Huaoranis, Guaraníes, Tupinikimes, Kayapós, Aymara, Ashaninkas, Kaxinawas, Ticunas, Terenas, Quechuas, Karayás, Krenaks, Araucanians / Mapuches, Yanomami, Xavantes, pek çok halk kendi isimleriyle anılmaya başlandı


"Abya Yala Halkları Buluşması" insanların, toprak ananın, suyun ve tüm doğal mirasın kurtuluşu adına birlikte mücadele etme, neoliberal politikalara karşı çıkmak için tecrübe ve önerilerin bir araya gelebileceği kalıcı bir irtibat sağlama ve değişim alanıdır.

Haya de la Torre'nin "Indioamerica"sı da Avrupa ve Kuzey Amerikalılar tarafından uzun süredir kabul gören bir tanımlamadır. Ancak burada da bir tuzak var: "Yerli" kavramı bir genellemedir.

"Indigena" yani "yerli" ismi Latince'de "o yerde doğmuş" anlamına geliyor. Fakat tarihsel olarak baktığımızda "o yer" aslında İspanyolların gitmeyi hedeflediği Batı Hint adaları idi.

Bu açıdan "yerli" adlandırması da halkların kendileri ve bölgeleri için uygun bir tanıma sahip oldukları gerçeğini görmezden geliyor.

Paradoksal olarak "yerli halklar" ifadesi, bu halkların farklılıklarını reddettiği ölçüde Avrupalı istilacıların bakış açısına hizmet etti. 

İşte tam bu noktada halklar kendi ortak geçmişlerini anımsadılar.

Doğal kaynaklarının sömürülmesini ve tahribatını algılamaya başladıklarında, kendilerine yönelik aşağılanma, baskı ve sömürüyü de bilince çıkardılar. 

Bu nedenle "Abya Yala" düşünceyi sömürgecilikten kurtarmada önemli bir rol üstlendi ve yeni yerli hareketini karakterize eden bir siyasi kimlik inşa sürecinin bir parçası oldu. 

Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan halkların zenginlik anlayışları ve kozmolojileri bu siyasal kimlik sürecinin inşasını besledi. 

Modern fakat sömürgeci bir dünya sisteminde yaşıyoruz. Dahası, modern dünya sisteminin ortaya çıkışı sömürgeciliğin inşası ile birlikte gerçekleşti.

Amerika'nın sömürgeleşmesi ise insanlık tarihinde çok belirleyici bir yere sahip. 

Kıtanın bağımsızlıktan sonraki döneminde de sömürgecilik mantığı kurumlarda yaşamaya devam etti. Çünkü burada uygulanan model, Avrupa'nın bölgesel devletlerinin bir kopyası idi. 

Bağımsızlık sonrası egemen olan oligarşiler, bir tür "iç sömürgecilik" süreci yürüttüler. Bu bölgelerin kalkınma programlarının modernizasyonu bile sömürgeci bir yaklaşımla kurgulanmıştı.

Özel mülkiyet alanları daha fethin en başından itibaren yerlilerin zihnine adeta çiviyle çakıldı.  

Oysa "Abya Yala" felsefesi bunun tam tersidir:

Toprağın, suyun ve iyi yaşamak için doğanın tüm kardeşlerimize miras olduğunu söyler.

Toprağın çoğunda hakim oldukları doğal kaynaklar, neredeyse her zaman ortaktır ve birbirini dışlamaz.
 

6.jpg
"Savaş barbarlıkla medeniyet arasında değil yanlış bilgiyle doğa arasındadır" Küba Devrimi'nin "havarisi" José Martí, Nuestra América, 1891

 

Düşüncenin sömürgecilikten arınması ekopolitiğin inşasında temeldir.

Yerliler bunu güçlü içgüdüleriyle herkesten önce fark ettiler. Çünkü onlar politik mücadelenin epistemolojik temelini kavramışlardı.

Önce kozmolojilerinin bir yansıması olan iç dünyalarında bu mücadeleyi sürdürdüler. Sonra reel politik mücadeleye aktardılar.
 

7.jpg
Aymara halkı Bolivya nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyor


Kıyımlarla dolu tarihine rağmen Latin Amerika halen yerlidir. Bolivya, Peru ve Kuzey Arjantin Quechua, Aymara'dır. Paraguay, Guaraní'dir.

Guatemala 22 ayrı Maya dili konuşur. Şili nüfusunun yüzde onundan fazlası Mapuche'dir. Meksika'da 60, Kolombiya'da 80 dil yaşamaktadır.
 

8.jpg
Peru'da ve Bolivya'nın üst kesimlerinde milyonlarca Quechua yaşıyor


Venezuela, Brezilya ormanlarında halen yalıtılmış insan toplulukları varlığını sürdürür.

Meksika Devrimi'nden bu yana yerlilerin sömürgeciliğe karşı direnişleri, bir üretim aracı olarak toprak mücadelesine dönüştü.

Köylü kimliği etrafında inşa edilmiş bir toprak mücadelesi "toprak işleyenindir" fikriyle modern dünyaya bağlandı. 

Devrimler, büyük kazanımlar elde etti. Fakat sonuçları umulduğu kadar iyi olmadı. Köylüler bu defa toprak mülkiyeti üzerinden uluslararası pazara bağımlı kılındı.

Ürünlerin fiyatlarındaki oynamalar milyonlarcasını topraklarını terk etmeye zorladı. Böylece doğal kaynaklar hızla transnasyonal şirketlerin eline geçti.

Hareket, neoliberal dönemde bir  sıçrama yaptı: "Tierra" yani "toprak" talebi "territorio" yani 'bölge, alan'a dönüştü.  

90'larda Bolivya ve Ekvador'da başlayan büyük yürüyüşlerin sloganı buydu. Yani toprağa egemen değil kendi yaşamlarına egemen olmak için sömürgecilikten arınmış bir "bölge" istiyorlardı. 

Bunu klasik devrimci hareketlerden ayırt etmek için "Sandinist Devrim" örneğini verebilirim.

Demokratik bir halk cephesinden kurulu bu devrim, uzun süren bir aile diktatörlüğünü yıkmaya odaklanmıştı.

On yıla yayılan bir "kirli savaş" sürecinden sonra ülke ekonomik olarak yıkıma sürüklendi. Sandinistler iktidarı seçimle burjuvaziye bıraktı. Neoliberal bir dönem başladı.

2006'da Ortega yeniden başkan oldu. Geride bıraktığımız 40 yılda hiçbir iktidar yerlilere fikrini sormadı. Yol yapmak ya da bir maden işletmek için onları doğal alanlarından sürmekten çekinmedi.

Yerliler açısından bu yaklaşım sömürgeciliğin başka eller tarafından sürdürülmesiydi. Çünkü sömürgecilik de doğanın yok edilmesi üzerine kurulmuştu.

Doğanın yok olması kültürün ve halkların da yok edilmesi sonucunu doğuruyordu. 

Bu yerliler artık toprak, hava, suyla özdeşleşmiş "Etnopolitik" bir topluluk olduklarının bilincindeydiler.

1 Ocak 1994'te Meksika'nın Chiapas bölgesindeki "EZLN" Zapatista ayaklanması, yerli halkların bölgesel mücadelelerinin merkezi sarsabileceğini gösterdi.

2000 yılında Bolivya'da "Su Savaşı" ve 2005 yılında "Gaz Savaşı"nda görüldüğü gibi doğal kaynakların ulusallaşması için verilen mücadelede önem kazandı. 

Aynı zamanda Şili'deki Mapuche halkının hidroelektrik santrallerinin inşası tehdidi altındaki Bío Bío nehrinin korunması için verdikleri mücadele, Ekvador Amazonu'nda veya Kolombiya-Venezuela sınırında petrol çıkarılmasına karşı gelişen yerli direnişler bu anlamda önemlidir. 
 

9.jpg
Mapuche halkı Şili nüfusunun yüzde 10'undan fazlasını oluşturuyor


Bu hareket biyolojik çeşitliliğin, doğanın korunmasını temel alırken kültürel ve dilsel çeşitlilikle birlikte yürüdü.

Transnasyonal şirketlere ve serbest ticaret anlaşmalarına meydan okudu. 

Geçmişten farklı olarak günümüzün toprak ve su mücadeleleleri, kültürel ve biyolojik çeşitliliğin birlikte ele alındığı yenilikçi bir teorik-politik perspektif üstleniyor.

Çünkü doğa kültürdür ve onu savunmak için verilen mücadele politiktir. 

Kıtanın biyo çeşitlilik ve su bakımından en büyük zenginliğini barındıran bölgelerine baktığımızda, buralarda yerleşik halkların kültürel ve dilsel zenginliğine tanık oluruz.

2000'lerde ortaya çıkan halkçı yönetimler hammadde ihracına dayalı birikim süreci izlediler. Bu da ekopolitiğin eleştirel haklılığını kanıtladı.

Çünkü geçtiğimiz 20 yıllık süreçte bu yönetimler doğal kaynakları yabancı ülkelerin yağmasına açtılar.

Kaynakların kamulaştırılması anlamını yitirdi. Ekstraktivist model bu ülkeleri krizlere daha da açık hale getirdi. 

Bu noktada iki soru öne çıkıyor:

Birincisi; neoliberalizmle nasıl mücadele edeceğiz? 

İkincisi ise; ilericilik nedir?

Bu iki soruya tarihsel tecrübelerin ışığında ulusal, kıtasal ve küresel ölçekte epistemik, ekonomik ve politik tahakküm süreçlerinin eleştirisiyle cevap bulabiliriz. 

İşte ekopolitika bize modernite ve sömürgeciliğin köklü bir eleştirisini yaparken cevap veriyor: Özerklik, toplumsallık ve bölgesellik. 

Her yerin doğasına ve kültürel yapısına uygun alternatif, komünal ekonomiler öneriyor.

Bunun agroekoloji, ekofeminizm gibi alt başlıkları ortaya çıkıyor.

Toplumun ihtiyacı olan maneviyat da Toprak Ana'nın yorumu olan "Pachamama", "Ñuke mapu" ya da "Uma Kiwe" gibi yerli inanışlarından türüyor.

Sol ya da sağ siyasal akımlar, sömürgecilikten miras düşünme kalıplarını kırdıkça gezegenimizin sesini duymaya başlayacaktır.  

Halk için sorun daima ekonomik ve bilişsel anlamda varoluşun nasıl sürdürüleceğinde yatar. 
 

4.jpg
(Solda) 1930'da 36 yaşındayken hayata veda eden Perulu Marksist teorisyen Jose Carlos Mariategui; (sağda) geçen nisan ayında pandemi sebebiyle yaşamını yitiren Brezilyalı tarihçi Alfredo Bosi. Her ikisi de ekopolitikaya farklı açılardan katkıda bulundu

 

Ekopolitika, kaynaklar yok edilmeden, hep birlikte sürdürülebilir bir hayatın prensiplerini oluşturmaya çalışıyor.

Bu nedenle yalnızca yağmur ormanları ve yerliler için değil kentlerde yaşayanlar için de hayati önemde.

Ancak kentsel mekanlarda yaşayanlar bireyselcilik, özel mülkiyet, araçsalcılık ve piyasa ile çok yakından ilişkili olduğundan büyük düşünsel engellere sahip. 

Ekopolitik bize sahip olduğumuz bireysel fikri terk etmeyi öneriyor.

Hepimizi, savaşmak ve egemenlik kurmaktansa hayatı sevmeye; toprağı yeşerttikçe, suyu korudukça paylaşmaya; neşe, umut ve özgürlük duygusunu çoğaltmaya çağırıyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU