Tarık Ziya Ekinci Independent Türkçe'ye konuştu: Türkiye’ye yakın zamanda demokrasi geleceğine inanmıyorum

Yeniden çözüm süreci için adım atılır mı, PKK'nın hendek politikası neden yanlıştı, Kürtler Suriye'de neden mutlaka Esad ile anlaşmak zorunda? Tarık Ziya Ekinci yanıtladı

Dr. Tarık Ziya Ekinci / Fotoğraf: Independent Türkçe

Diyarbakır’ın Lice ilçesinde doğan Tarık Ziya Ekinci 94. Doğum yılını kutlarken cumhuriyetin de 96. yılına tanıklık etmiş bir siyasetçi. 

"1940’lardan sonra başlayan siyasi hayatım boyunca, Musa Anter’in deyimiyle, Türkiye siyasetinin hem sanığı, hem tanığı, hem müdafii, hem de tabibi oldum" diyor. 

Asırlık Çınar Ekinci, İstanbul Tıp Fakültesi’nden 1949’da mezun olduktan sonra birkaç dönem Diyarbakır, Mardin-Siirt Tabip Odaları Başkanlığı yaptı ve Neşter isimli üç aylık bir dergi çıkardı.

Bir dönem Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Yüksek Disiplin Kurulu üyeliği yapan Ekinci, bölgedeki bilimsel toplantılara da öncülük etti. 

 

TARIK ZİYA EKİNCİ
Dr. Tarık Ziya Ekinci Independent Türkçe'den Abdulhakim Günaydın'ın sorularını yanıtladı / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

1957’de CHP’de siyasete başlayan ve 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) Diyarbakır milletvekili seçilen Ekinci, 1967’de TİP üyelerinin başlattığı ve 1 yıl boyunca devam eden Doğu Mitingleri’nin tümüne katılarak yol gösterici konuşmalar yaptı. Sol gençliğin örgütlenmesine öncülük eden Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) kuruluşunda aktif rol aldı.     

Ekinci, 12 Mart 1971 sürecinde Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’nde "Kürtçülük propagandası yaptığı" gerekçesiyle TCK’nın 142/3. maddesinden üç yıla mahkum oldu. 12 Eylül 1980 döneminde 5 kez tutuklanan Ekinci, 1982’de yurtdışına çıktı ve 1989 yılına kadar Paris’te doktorluk yaptı. 

Yaşamının önemli bölümünü cezaevi ve sürgünlerde geçiren Ekinci, sosyalist dünya görüşünü benimsediğini ve hiçbir zaman şiddeti tasvip etmediğini ifade ediyor. Ekinci, Kürtlerin Türklerle barış içerisinde eşit haklarla yaşamalarını savunduğunu ve bu "legal-sivil mücadelede" saçlarını ağarttığını söylüyor. 

Türkiye’deki farklı çevrelerin çıkardığı dergi ve gazetelerde pek çok makale yazan Ekinci Kürt sorunu, Faili Meçhul Cinayetler, Demokrasi, İnsan Hakları, Milliyetçilik, Anayasa Sorunları'nın da aralarında olduğu 12 kitap kaleme aldı.    

Tarık Ziya Ekinci Independent Türkçe'nin sorularını yanıtladı. 

Devlet, 1990’lı yıllarda Kürt meselesinde tanım, sorunun teşhisi ve tedavisi noktasında ne tür bir siyaset izledi. Resmi, gayri-resmi politikaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

1980’li yıllar ordu üst kademesi ve Milli Güvenlik Kurulu’nun devlete egemen olduğu yıllardı. O zaman Kenan Evren Cumhurbaşkanı ben de yurt dışında sürgündeydim. Gelişmeleri o dönem yurt dışından takip ediyordum. 1989’un Temmuz ayında döndüm ve cezaevine girdim. 90’lı yılların başında Özal’ın iktidarı döneminde cezaevinden çıkarken ortamın az da olsa yumuşadığını, demokratikleşme anlamında ileriye doğru bir gidişatın başladığını ve Kürt sorununun yetersiz de olsa konuşulduğunu gördüm. Çünkü daha evvel Kürt kelimesini kullanmak, Kürt sözcüğünü telaffuz etmek suçtu. Kürtlerin haklarından söz etmek yasaktı. İnsanların birçoğu 80’li yıllarda Kürt kelimesini kullandıkları için cezaevlerine atılmışlardır. Kürt oldukları bilinen insanlar demokrasiden ve demokratik haklardan söz ettiklerinde, ortada bir örgüt yoksa bile, sıkıyönetim komutanlarının emriyle tutuklanabiliyorlardı. O dönem böyle bir hava vardı. O havanın yumuşamış olduğunu ve yeni bir döneme girildiğini ve bölge gençleri arasında Kürt sorununun açıkça konuşulmaya başlanıldığını gördüm. 
 

Ne yapıp edip İnönü’yü ikna etmeyi başaramayan 9 kişi kendi aralarında “Bu hukuk dışı bir eylem değildir, biz özgür irademizle katılmak istiyoruz” diyerek Fransa’ya gidiyorlar. Konferansa katılan bu arkadaşların hepsi partiden ihraç edildi. 


O dönem Sosyal Demokrat Halkçı Parti’de (SHP) Kürt sorununa yakın duran bir gençlik kadrosunun varlığını hissettim. Eskiden beri tanıdığım Ahmet Türk, İstanbul’dan seçilen avukat Mehmet Ali Eren ve yine İstanbul’dan seçilen birkaç milletvekili daha vardı. Bir de Kemal Burkay’ın yakın arkadaşlarından ve o dönemin Kürdistan Sosyalist Partisi üyelerinden Malatya milletvekili İbrahim Aksoy vardı. Bunlardan başka da birkaç Kürt arkadaş SHP’de yer alıyorlardı. O dönem Fransa Kürt Enstitüsü, Fransız bir STK ile Kürt Sorunu Konferansı düzenleme hazırlıkları yapıyordu ve SHP’de siyaset yapan arkadaşlar dahil Türkiye’den toplam 9 kişi davet edilmişti. SHP Genel Başkanı Erdal İnönü başta arkadaşların konferansa katılmalarına onay veriyor ama daha sonra verdiği karardan vazgeçerek gitmelerine karşı çıkıyor. Bu arkadaşlar diyorlar ki, “Biz sadece dinleyici olarak gitmek istiyoruz. Bakalım neyin nesi, neler konuşuluyor. Neler oluyor dünyada. Avrupa kamuoyu bu soruna nasıl yaklaşıyor bunu görmek istiyoruz”. Ne yapıp edip İnönü’yü ikna etmeyi başaramayan 9 kişi kendi aralarında “Bu hukuk dışı bir eylem değildir, biz özgür irademizle katılmak istiyoruz” diyerek Fransa’ya gidiyorlar. Konferansa katılan bu arkadaşların hepsi partiden ihraç edildi. 

Ben de o sıralar yeni cezaevinden çıkmıştım. Onların partiden atıldıklarını öğrendikten sonra Ankara’ya onlarla görüşmeye gittim. Onlara, “bu aşamadan sonra sizin partileşme sürecini başlatmanız lazım, Türkiye’de ciddi anlamda bir sosyal demokrat partiye ihtiyaç var. Ülkenin demokratikleşmesine katkı yapacak, Avrupa Birliğinin (AB) Kopenhag kriterlerini tümüyle yaşamaya geçirmeyi kabul eden ve bu kriterler çerçevesinde çoğulcu bir demokrasiyi yaşama geçirmek için mücadele edecek bir partinin kurulması artık farz olmuştur. Türkiye’de demokrasi yoktur ve SHP dâhil bugünkü partilerin getireceği demokrasi son derece sınırlı ve kısıtlı bir demokrasidir. Oysa evrensel demokraside farklı etnik ve dinsel grupların geniş demokratik hakları vardır. Herkesin kendi dilinde konuşma ve eğitim yapma hakkı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin temel maddeleri arasındadır. Türkiye de bu hakları tanımak ve uygulamak zorundadır, dolayısıyla böyle bir parti kurulmalı” dedim. O zaman beni Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan ile tanıştırdılar. Partileşmek için girişimde bulunmanın gereği konusunda anlaştık. Ancak Kürt arkadaşlar, özellikle de Ahmet Türk, önce tereddüt ettiler. 

Niye tereddüt ettiler?

Parti kurmanın çok zor olduğunu, büyük emeklere büyük gayretlere büyük paraya bağlı olduğunu ve kurmanın kolay olmayacağını düşünüyorlardı. Fakat partide onlarla dayanışma içinde olan çok iyi insanlar vardı. Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan, Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar ve isimlerini şimdi hatırlayamadığım başka milletvekilleri ve 6-7 sendikacı vardı. Gürkan ile beraber 18 kişi partiden istifa etti. Kendi aramızda, SHP için, böyle sosyal demokrat parti olmaz, sosyal demokrasi evrensel demokrasinin bütün niteliklerini bünyesinde taşımalıdır. Artık yeter. Şimdiye kadar bize sahte demokrasi empoze ettiler. Biz sahte demokrasi ile yaşamak istemiyoruz. Demokrasinin evrensel boyutlarda ileri bir demokrasi olmasını, Avrupa Birliği’nin öngördüğü bir demokrasinin Türkiye’ye gelmesini istiyoruz tartışmasını yaptık.

Partiden ayrılan grubun öncülüğünü yapan Gürkan ile görüştükten sonra Ankara’da bir toplantı yapma kararı aldık ve muazzam bir toplantı gerçekleştirdik. Toplantıya çok değerli arkadaşlar katıldı. Bunlar arasında Kürt siyasetçiler, daha evvel 12 Mart döneminde beraber cezaevinde kaldığımız arkadaşların birçoğu katıldı. Toplantıda yapılan konuşmalardan sonra bir seçim yapıldı ve bu seçim sonucunda bir kurucu heyet oluştu. Heyet içerisinde başta Aydın Güven Gürkan, Tarık Ziya Ekinci (ben), Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar, Mehmet Ali Aslan, Murat Belge ve birkaç sendikacı arkadaş olmak üzere tahminen 20 kişilik bir grup vardı. Bunlar arasından bir de yürütme kurulu oluştu. Yürütmede Aydın Güven Gürkan, ben, Ahmet Türk, Mehmet Ali Aslan ve Murat Belge vardı. Periyodik olarak her hafta toplanıyorduk. Amacımız yeni bir parti kurmak. Parti girişimine de ’Yeni Oluşum’ adını vermişiz. Yeni Oluşum’u ilerde Avrupa normlarında sosyal demokrat bir partiye dönüştürmeyi düşünüyoruz. 

 

TARIK ZİYA EKİNCİ
Dr. Tarık Ziya Ekinci / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Çalışmalar tüm hızı ile sürüyor ve programlar hazırlanıyordu. Mesela bana dış politika konusu yazma görevi verilmişti, bir başka arkadaşımıza eğitim sorunu verilmişti, Türkiye’de demokrasinin tarihsel gelişimini Murat Belge hazırlıyordu. Geniş bir program hazırlıyorduk. Tartışmaların devam ettiği bir aşamada birdenbire Aydın Güven Gürkan “ben bu harekette yokum” dedi. ‘’Arkadaşım niye yoksun biz peşinden geldik, liderimiz sensin, seni öne sürdük, Türkiye’nin tanınmış sosyal demokrat akademisyenlerden birisin, sana güvendik’’ dedik ama kabul ettiremedik. Kabul etmeme gerekçesini ise “kuracağımız parti Kürtlerin kontrolünde” olacakmış. Ama gerçekten de o günkü toplantıya katılanların büyük çoğunluğu Kürtlerden oluşuyordu. Birtakım sıkıntılar çekmiş, cezaevinden yeni çıkmış, tanınan ve tanınmayan birçok Kürt vardı o toplantıda. Yeni bir hamle yapılmasını, Türkiye’de demokratik bir ortamın kurulmasını istedikleri için yapılan genel çağrıya uyarak onlar da toplantıya katılmışlardı. 

Gürkan’ın rahatsızlığı Kürtler mi yoksa başka bir şey miydi? 

Gürkan’ın kafasında işçi ve sendikacıların ön planda yer aldığı ve çoğunlukta olacağı bir sosyal demokrat parti düşüncesi vardı. Türkiye’de cezaevinden yeni çıkmış, eskiden siyaseten aktif oldukları bilinen birçok Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) üyesi vardı, ama bunların büyük çoğunluğu yeni bir parti kurma hareketine yanaşmıyordu. Birkaçı milletvekili olmuşlardı ama onların dışında ortada aktif kimse yoktu. DİSK’in kuruluş çalışmaları yapılıyor ama DİSK’e eskiden olduğu gibi pek fazla ilgi gösterilmiyordu. 1980 öncesi Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kurucusu olan DİSK hareketi ile yeniden kurulacak sendika (DİSK) aynı olamazdı.  Abdullah Baştürk’ün başlattığı yeni sendikal örgütlenme tamamen farklı bir hareketti. Eski DİSK 1980 ve sonrasında büyük darbe yedi. Ve ortadan kalktı. İşçi sınıfı ve eski devrimci sendikacılar artık siyasetin dışında görülüyordu. Gürkan’ın kafasında işçi sınıfının ön planda olduğu, işçi liderlerinin öncü olduğu bir sosyal demokrat parti kurmak vardı. Tabii bu artık mümkün olamazdı. “Türkiye’de demokratikleşme alanında en etkin grup Kürtlerdi. Çünkü demokrasi onların yaşam ve varlık nedenidir, demokrasi ortadan kalkarsa Kürtler ret ve inkâr edilerek yok sayılıyor, eziliyor ve hırpalanıyorlar. Demokrasi geliştikçe onların hakları tanınıyor, onlar da varlıklarını öne çıkarabiliyor ve insan olduklarını anlayabiliyorlar. 

Ben bu partinin bir Kürt partisi olarak çıkmasını istemiyordum. İçinde Kürt ve Türk siyasetçi arkadaşlarımızın olduğu, Türkiye’nin tüm sorunlarına eğilebilen, Kürt sorununu da kapsayan bir bütün içinde sorunlara bakan demokratik bir Türkiye partisi olmasını arzuluyordum.

Dolayısıyla Türkiye’de demokrasinin öznesi olarak Kürtler çıkıyor ortaya. Çünkü o insanların canı yanmış;  yaşamak, var olmak için demokrasi mücadelesine katılmaları zorunludur. Onları önlemek, demokrasi mücadelesinden alıkoymak mümkün değil… Mevcut durumu kabul etmek gerekir. Yapacak bir şey yok.” Bunu uzun uzun anlattım Gürkan’a. ‘’Ben dahil, kişi olarak rahatsız olduğun birileri varsa onlar elenebilir, yeter ki partiyi yürüt. Ama partiye gelenleri de almamazlık yapamayız. Kimseye seni partiye alamayız deme durumda değiliz’’ dedim. Ne yaptıysam “yok” dedi. Tüm ısrarlarıma rağmen kurucu başkan olmasını kabul ettiremedim. Gürkan ayrıldıktan sonra başkan olması için Abdullah Baştürk’le konuştum. Çünkü ben bu partinin bir Kürt partisi olarak çıkmasını istemiyordum. İçinde Kürt ve Türk siyasetçi arkadaşlarımızın olduğu, Türkiye’nin tüm sorunlarına eğilebilen, Kürt sorununu da kapsayan bir bütün içinde sorunlara bakan demokratik bir Türkiye partisi olmasını arzuluyordum. Baştürk “Ben partide görev almak istemiyorum, sendikacılık yapacağım” dedi. ‘’Arkadaşım buraya kadar geldik, bu kadar mesafe kat ettik, niye istemiyorsun. Sendikacılık büyük oranda itibarını kaybetti, kimse yanaşmak istemiyor, işçi sınıfı içinde henüz çok ileri bilinçli unsurlar yok." Ne anlattıysam ikna edemedim. O ayrıldı sendikacılık faaliyetlerine başladı bana “Fehmi Işıklar ile çalışacaksınız” dedi. Doğrusu ben Işıklar hakkında çok olumlu bilgiler almadım. Ahmet Türk’e artık bu işin onun omuzlarında olduğunu söyledim.

Siz niye yapmadınız?

Yazdığım bir yazıdan ötürü 142/3 maddesinden bir mahkûmiyetim vardı ve genel af daha çıkmadığından resmi olarak herhangi bir partide yer alamıyordum. Ahmet Türk’e de çok ısrar ettim o da “abi ben yapamam” dedi. ‘’Yaparsın iki dönemdir milletvekilliği yapıyorsun, sen yetkin ve sevilen bir insansın’’ dedim ama tüm ısrarlarıma rağmen Ahmet’e de kabul ettiremedim. Nihayetinde Fehmi Işıklar ön plana çıktı ve onun genel başkanlığında Halkın Emek Partisi (HEP) kuruldu. Neden Fehmi Işıklar? Hareket içerisinde Kürt ve Türk birçok insan vardı, fakat bütün arkadaşlar ısrarla Işıklar’ı destekledi. Ben de dahil birkaç kişi arzu etmediğimiz halde Işıklar ön plana çıktı. Açık söylemek gerekirse biz Ahmet Türk’ün başkan olmasını istiyorduk. Işıklar başkan olunca “Allah selamet versin, partinizi yürütün” deyip ayrıldık. Parti içerisinde sözünü ettiğim birkaç sendikacı ile Kürtlerden Ahmet Türk, Mehmet Ali Eren, Feridun Yazar ve birkaç arkadaş daha vardı. Doğrusu o günden sonra parti ile ilgilenmedim. Uzak durdum. Çünkü kurulan partinin, sosyal demokratlık hüviyetini tam olarak kazanmış olduğu söylenemezdi. Öte yandan kurucular arasında siyasi tecrübesi olan pek kimse yok, parti daha çok CHP düzeyinde siyaset yapmak isteyen kişilerden oluşuyordu. Bu, benim için yeterli değildi, benim istediğim daha ileri boyutlu bir sosyal demokrasi hareketiydi. 

Daha sonra başka çalışmalar içerisine giriştik. Bir gazete çıkarmak istiyorduk. Gazete için tanıdığımız eş dosttan para topladık. Topladığımız para ile hem matbaa kurup küçük işler yapmak hem de gazete çıkarmak istiyorduk. Ama arzu ettiğimiz miktarda parayı denkleştirmeyi başaramadık. Elimizdeki para ile Kürt Kültür ve Araştırma Vakfı’nı (Kürt-Kav) kurduk. Tabii parayı emanet vermiştik. Vakıf çalışmalara başladıktan bir süre sonra verdiğimiz parayı iade ettiler. Gazete çıkarmak için bir bina satın aldık. Uzun bir müddet sonra gazeteyi çıkaramadığımızdan aldığımız binayı da hibe etmek zorunda kaldık. Daha sonra İstanbul’da Aziz Nesin ve Prof. Dr.Gençay Gürsoy’un da içinde olduğu ‘Kürt Aydın İnisiyatifi’ adında bir inisiyatif kurduk. Tabi o arada Diyarbakır, Batman, Mardin, gibi Kürt illerine gidiyoruz. Daha doğrusu nerede önemli bir olay yaşanırsa hemen gidiyor, meseleyi sorup araştırdıktan sonra gelip kendi aramızda değerlendiriyoruz. Bazen değerlendirme sonuçlarını gazetecilerle paylaşıyor onlara açıklamalarda bulunuyoruz, bazen de Aziz Nesin düşünce ve değerlendirmelerimizi Aydınlık Gazetesi’ne yazıyordu. Nesin bir miktar para toplamış ve Aydınlık Gazetesi’ne ortak olmuştu. Bu çalışmalarda bir süre devam ettikten sonra gazeteyi tamamen Doğu Perinçek aldı. 

"Bu yapı ile sizin Türkiye’de yüzde onu aşmanız mümkün değil. Eğer parlamentoya girmek istiyorsanız her ilden bağımsız aday gösterin. Bağımsız adaylarla mecliste grubunuzu kuracak kadar milletvekili çıkarabilirsiniz’’ dedim. Önce bu fikir arkadaşlara pek cazip gelmedi. Tekrar parti ile seçime girmek istediler ve tekrar baraja takılıp meclise milletvekili gönderemediler. Sonra söylediğime geldiler ve mecliste grup kuracak kadar bağımsız adaylarla meclise girebildiler.

Doğal olarak bizim gazete hareketi de öylece durdu. Aziz Nesin gazetenin yürümesi için çok çaba sarf etti, çok emek verdi. Aslında gazetenin gerçek sahibi Nesin’di. Daha sonra farklı faaliyetlerin içerisine girdik. Yani anlayacağınız temel amacımız Kürt meselesini demokratik yönden Türkiye toplumuna anlatmaktı. Ana düşüncemiz buydu. Türkiye’de Kürtler var ve bunlar insan topluluğu. Bu topluluğun belli hakları var. Bu haklar konusunda herkesin duyarlı olması ve bunların temini yoluna katkıda bulunması gerekiyor. Türkiye’de ben demokratım diyen her insanın bunu bir görev olarak benimsemesi gerekir. Başka türlü bunun çözülmesi ve Türkiye’nin ileri gitmesi mümkün değil. Böyle derneksel çalışmalar yapıyoruz. Arada bir toplanıyor ve meseleyi değerlendiriyoruz. Böyle bir çalışma dönemi geçirdik.

Siz bu çalışmaları yaparken Kürt tarafında neler oluyordu?

Tabii bu dönemde HEP kurulmuş, kapatılınca yerine sırasıyla Demokratik Emek Partisi (DEP), Halkın Demokrasi Partisi (HADEP), Demokratik Halk Partisi (DEHAP), Demokratik Toplum Partisi (DTP) ve Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) gibi partileri yalnız Kürtler kuruyor Türkler hiç müdahil olmuyor. Ama arkadaşların büyük baskı altında çok sıkıntı çektiklerini görüyorum. Hem bölgede hem de Ankara’da büyük sıkıntılar çekiyorlardı. Seçimlere girelim mi girmeyelim mi tereddütleri vardı, ilk seçime girdiklerinde yüzde onluk barajdan dolayı milletvekili çıkaramadılar. Arada bir beni toplantılara çağırıyorlar, toplantılarda daha çok ne yapılmalı ve nasıl bir yol izlenmeli değerlendirmeleri yapılıyordu. Kaç defa söyledim, ‘’bu yapı ile sizin Türkiye’de yüzde onu aşmanız mümkün değil. Eğer parlamentoya girmek istiyorsanız her ilden bağımsız aday gösterin. Bağımsız adaylarla mecliste grubunuzu kuracak kadar milletvekili çıkarabilirsiniz’’ dedim. Önce bu fikir arkadaşlara pek cazip gelmedi. Tekrar parti ile seçime girmek istediler ve tekrar baraja takılıp meclise milletvekili gönderemediler. Sonra söylediğime geldiler ve mecliste grup kuracak kadar bağımsız adaylarla meclise girebildiler. Hatırlarsanız Ahmet Türk, Orhan Doğan, Leyla Zana, Sırrı Sakık, Selim Sadak ve diğerlerinin meclise girmesi Sosyal Demokrat Parti’nin Genel Başkanı Erdal İnönü’nün Güneydoğu’nun değişik illerinden aday gösterilmesiyle meclise girebilmişlerdi. Tabi bunlar daha sonra İnönü’nün partisinden ayrıldılar. O zaman DEP kuruldu. Leyla Zana’ya yemin töreninde gösterilen reaksiyon hala hafızalarda… Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde Milli Güvenlik Kurulu’ndan bir karar alınıyor ve o karar uyarınca milletvekillerinin tutuklanması ve bir baskı rejiminin uygulanmaya konulması gündeme geliyor. 

Milli Güvenlik Kurulu’nun kararıyla mı milletvekilleri tutuklandı?

BO zamanki gazetecilerden İsmet Berkan, Radikal’deki köşesinde ardı ardına iki makale yazdı. Berkan yazısında “ben MGK’ya gittim. Orada tanıdığım bir arkadaş bana bir liste gösterdi. O listenin içinde birkaç subay, astsubay, Abdullah Çatlı ve arkadaşlarının isimlerini gördüm. Bunların görevli olarak suçlu hissettikleri her insan hakkında istedikleri muameleyi yapma yetkisi tanınıyordu.” diye ifade etmekte… MGK Genel Sekreterliği o zaman bir devletti. Hani derin devlet diyoruz ya tıpkı onun gibi çalışıyordu. MGK Genel Sekreterliğinin her alanı temsil eden geniş bir bütçesi vardı ve Türkiye’nin önemli kurumlarını kendisi yönetiyordu. Bir gün Süleyman Demirel’e soruyorlar devlet nedir, hükümet nedir? diye. Diyor ki “ben Başbakanım hükümet benim başkanlığımda kurulmuş kuruldur. Ama devlet de MGK’dır”. Kardeşim Yusuf’un öldürülmesinden sonra televizyondaki bir konuşmamda kardeşimin hükümetin adamları tarafından öldürüldüğü, katillerin hükümet tarafından korunduğunu ve Berkan’ın yazısındaki ifadelerini de delil gösterip kaynak gösterilmesini istedim. Berkan yazdıklarını doğruladı ancak ‘’kaynağım hayatta olmadığı için size belge veya kaynak verecek durumda değilim’’ dedi. 

Musa Anter, kardeşim Yusuf Ekinci, Behçet Cantürk, Avukat Medet Serhat vb. birçok kişi o dönemde öldürüldüler. Evet, o dönem Türkiye’de bir taraftan demokratik örgütlemelerle seçimlere girebilen yapılar var, öbür taraftan da Kürtleri korkutmak için faili meçhul cinayetler işleniyordu.

Demek istediğim devletin MGK Genel Sekreterliği’ne dolaylı olarak verdiği direktif ile Türkiye faili meçhul cinayetler dönemini yaşadı. Tabi o zaman isimlerini söylediğim milletvekilleri tutuklandı.  Tutuklamalar ve faili meçhuller paralel devam etti. O günlerde Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcılığı yaptığı bir açıklamada elinde 11 bin faili meçhul dosya olduğunu söyledi. Birçoğunun hatta belki hiçbirinin faili bulunmadı. Yakalanıp daha sonra şahit yok diye serbest bırakılan failler bile oldu. Musa Anter, kardeşim Yusuf Ekinci, Behçet Cantürk, Avukat Medet Serhat vb. birçok kişi o dönemde öldürüldüler. Evet, o dönem Türkiye’de bir taraftan demokratik örgütlemelerle seçimlere girebilen yapılar var, öbür taraftan da Kürtleri korkutmak için faili meçhul cinayetler işleniyordu. Kürt sorununu korkutarak bitirmek isteyen bir politika izleniyordu. Bu politikalar Bülent Ecevit’in Başbakanlığı dönemine kadar devam etti. 

PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesinin devletin Kürt meselesine yaklaşımındaki etkisi nedir, devletin Kürt politikası ne yönde değişti?

O güne kadar izlenen politika ikili bir politikaydı. Bir yandan Türkiye Avrupa Birliği’ne girmek istiyor öbür taraftan da büyük bir ihtimalle derin devletin telkinleri ile şiddet politikası izleniyor ve sözünü ettiğim faili meçhul cinayetler işleniyordu. Abdullah Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilme meselesi sözünü ettiğim demokratik mücadelenin dışında gelişen bir durumdu. Öcalan’ın liderliğini yaptığı hareket,  dışarıda başta Suriye olmak üzere birçok ülkede örgütlüydü. Suriye’de Şam hükümetinin direktifiyle ve onun müsaadesi altında çalışan örgütlü bir yapıdan söz ediyoruz. Türkiye PKK’nın bir daha rahatsızlık vermemesi ve liderinin Suriye’yi terk etmesi için Şam hükümetine baskı yaptı. O dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in Suriye sınırında Şam yönetimini suçlayarak "Artık sabrımız kalmadı, buna tahammül edemeyiz ve buna son vereceğiz" dediğini birçok kişi hatırlar. Amerika’yı da bu işin içine kattılar ve Amerika bunun için Türkiye’den zaman istiyordu. Ve nihayetinde Hafız Esad mecbur kaldı, Öcalan’ın Suriye’yi terk etmesini istedi. Suriye’den çıktıktan birkaç ay sonra Türkiye’ye getirildi. 

 

TARIK ZİYA EKİNCİ
Dr. Tarık Ziya Ekinci / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinden sonra devletin Kürt politikasında bir değişiklik oldu mu?

Devlet Öcalan’ı yakalamakla her şeyin yani hareketin biteceğini hesaplıyordu. Ancak hareketin yeniden örgütlenebileceğini ve yeniden aktif şekilde etkinlik göstereceğini beklemiyorlardı. Öcalan hareketin başından çekildiğinde PKK biter diye hesaplıyorlardı. Birçoğu böyle düşünüyordu. Tabii Amerika Öcalan’ı Türkiye’ye teslim etti ama bir takım şartlarla teslim etti. Mesela idam edilmemesi bu şartlardan biriydi. O sıra Milli Güvenlik Kurulu ısrarla Öcalan’ın idamını istedi ama Amerika engel oldu. Amerika “Öcalan ömür boyu cezaevinde kalırsa örgütün bir daha toparlanması mümkün olmaz” söylemleri ile Türkiye’yi ikna etti. Ama öyle olmadı ve PKK hareketlendi. PKK’yı hareketlendiren birtakım sebepler vardı. Mesela halk çok taciz ediliyordu. Özellikle güvenlik kuvvetleri Güneydoğu’nun Şırnak, Hakkâri, Batman ve diğer illerinde halka çok baskı yaptı. Türkiye baskılarla gençlerin PKK’ya katılmasının önünü kapatmak istiyordu ama bu ters tepti. Müsamahakâr davranılsaydı ve halk baskı altına alınmasaydı PKK bu kadar gelişemezdi. Dolayısıyla baskılar devam ettikçe insanlar baskıdan kurtulmak için bu yolu tercih ediyordu. Evine girilip gözünün önünde babasına, anasına, kardeşine işkence edilen gençleri kim durdurabilir? Aydın ve üniversitelerde okuyan kesimden örgüte çok katılım oldu. Dediğim gibi yapılan aşırı baskılardan ötürü “bizde görevimizi yapmalıyız daha fazla sessiz kalamayız” diyen gençler PKK’ya katıldı. Ve PKK yeniden canlandı. 

Geçtiğimiz dönemde yürütülen barış süreci niye sonlandırıldı? Hükümet ve HDP’nin yanlışları nelerdi?

Şimdi barış sürecine nasıl gelindi, niye gelindi ve neden sonlandırıldı? Bu tür soruların cevabını vermek zor. Ama barış süreci Doğu ve Güneydoğu’da büyük bir rahatlık yarattı. Barış sürecinde insanlar son derece mutluydu, ekonomi gelişti, ticaret canlandı, köylerde geniş ekim faaliyetleri başladı. Tarımda kapitalist gelişme hız kazandı. Traktör ve biçerdöver sayıları arttı. Süreçte çok rahat bir dönem yaşandı. Ama hem PKK hem de devlet barış sürecinin amacına ulaşacağına inanmıyordu. Bir defa devletin kesin tek bir amacı vardı, PKK’yı silahsızlandırmak ve Türkiye’nin dışına çıkarmaktı. Devletin barış anlayışı buydu. Yoksa devletin amacı Kürtlere bazı demokratik ve kültürel haklar tanımak ve kısmi yerel özerklik tanımak değildi. Devletin, başta, size kültürel haklar tanıyacağım, anadilinizi özgürce kullanmanızın yolunu açacağım, siz Türkiye’nin asli vatandaşları olarak eşit haklara sahip olacaksınız, istediğiniz şekilde kültürel faaliyetlerinizi yürütüp geliştirebilirsiniz diye bir açıklaması olmadı. Yani niyeti baştan belliydi. 

Kanunlara dayanılarak müzakereler yürütüldü, masalar kuruldu ve mutabakat için tasarılar hazırlandı. Evet, gerçekten bir çaba gösterildi ve masa da hazırlandı. Hatta masada kimin nereye oturacağı bile tespit edildi. Müzakereler bu aşamadayken dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “ben Dolmabahçe görüşmesini kabul etmiyorum, bu görüşmeleri yapanlar hata etmiştir, ne masa ne de mutabakat vardır” diyerek masayı devirdi. 

Hiçbir zaman Avrupa normlarında örneğin İngiltere’nin İskoçlara tanıdığı benzer hakların verilmesini amaçlayan bir açıklama yapmadılar. Benim sezdiğim kadarıyla daha sonra özellikle hükümetin esas niyeti ve hükümeti manipüle eden derin devletin istediği şuydu: Biz terör hareketini Türkiye’den çıkaralım, hareket silahları bıraksın ve ülkeden çıksın, ondan sonra bunların demokratik haklarına göz yumulabilir.

Nitekim daha Bülent Ecevit hükümetteyken Avrupa Birliği her sene Türkiye’nin birliğe üyelik sorununu geliştirmesi için neler yapması gerektiği madde madde yazılıyordu. Bu hakların bir kısmı o dönemde tanındı. Mesela Anasol-M hükümeti döneminde Kürtçenin kurslarda öğretilmesinin yolu açıldı. İlk defa Batman’da bu tarz bir kurs açıldı. Daha sonra birçok yerde kurslar açıldı ama bu seferde yok “kapının genişliği bu kadar, yüksekliği bilmem ne kadar olacak, yangın merdiveni bilmem ne kadar, oda sayısı şu kadar olacak” diye engeller çıkarıldı. Yani devlet isterse verdiği izne rağmen onun uygulanmasını engelleyebilir. Nitekim o şekilde izin vermedi de. Bu kurslar barış sürecinden evvel başladı. Ama barış sürecine öyle bir hava verdiler ki hükümet ve Halkların Demokratik Partisi’nden (HDP) oluşan ekipler aylarca hem Kandil hem de Öcalan ile sayısız görüşmeler gerçekleştirdiler. Ama geriye dönüp baktığımızda o görüşmeleri yapanların çoğu hapiste. Hâlbuki onlar devletin verdiği direktif ile gidip görüşme yaptılar. Biliyorsunuz süreç önce Oslo’da başladı daha sonra da Türkiye’de devam etti.  Görüşmeler Millî İstihbarat Teşkilâtı, ordu ve hükümet kanadından temsilciler tarafından yürütüldü. 

Nihayetinde heyetler mutabakat için Dolmabahçe’de buluştuklarında devleti ve HDP’yi temsilen birçok yetkili vardı. HDP kanadından Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve İdris Baluken yer alırken, devleti temsilen de dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Ak Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal ile Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu hazır bulunuyorlardı. Heyetler mutabakat metninin içeriğini kaç defa düzeltiler ve nihayetinde oluşan son metin esas alınarak anlaştılar. Tabi bu arada bir de kanun çıkarttılar. Kanunun ismini şimdi hatırlamıyorum ama içeriği şu şekildeydi. Sorunu çözmek için görevli olan kişilerin hem sorumsuz olmaları yani ceza almamaları hem de bu sorunu Türkiye’nin yararına çözmeleri için yetki tanıyordu. Yani yetki tanıma kanunu gibi bir şey. Bu kanunlara dayanılarak müzakereler yürütüldü, masalar kuruldu ve mutabakat için tasarılar hazırlandı. Evet, gerçekten bir çaba gösterildi ve masa da hazırlandı. Hatta masada kimin nereye oturacağı bile tespit edildi. Müzakereler bu aşamadayken dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan “ben Dolmabahçe görüşmesini kabul etmiyorum, bu görüşmeleri yapanlar hata etmiştir, ne masa ne de mutabakat vardır” diyerek masayı devirdi. 

Yapılan görüşmelerden, Erdoğan’ın habersiz olduğunu düşünüyor musunuz?

Mümkün değil, çünkü eski TBMM Başkanı Bülent Arınç “Sayın Başbakan (Erdoğan) baştan sona kadar meseleye vakıftır, bilmediği tek bir satır bile yoktur ve her şey onun bilgisi dâhilinde yapılmıştır” diyerek açık açık söyledi. Erdoğan’ın ağzından tek bir kelime çıkmadı. O günkü heyette yer alanlar nerede? Hemen hepsi görevlerinden alındı yok oldular. Mesela Yalçın Akdoğan nerede? Örneğin Beşir Atalay ne kadar çalıştı ne kadar emek verdi. Beşir Bey katılmam için bana da haber gönderdi ama ben resmi yazı gelirse katılacağımı söyledim. Tabii resmi yazı gelmediği için katılmadım. 

Selahattin Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi onu tedirgin etti. Dolayısıyla HDP‘nin mecliste 70-80 kişi ile temsil edilmesi,  onun çoğunluğunu kaybetmesine sebep olacağından endişe ettiği için barış sürecine son verdi. Masanın devrilmesi direktifi başka bir yerden mi geldi (derin devlet) yoksa olay Erdoğan’ın kendi inisiyatifi ile mi gerçekleşti? Bilemiyoruz.

Masayı Erdoğan mı devirdi?

Erdoğan masayı devirdi ve masayı devirdikten sonra da bir suçlu bulmak gerekirdi. Erdoğan’a bağlı olan basın, ki ona bağlı olmayan yoktu, ittifakla “PKK engel oldu, müzakerelerin devam etmesini istemedi, barışın kendisini yok edeceğinden korktu, PKK mahsus Ceylanpınar’da iki polisi öldürdü” diyerek PKK’nın masayı dağıttığını işledi. Ama geriye dönüp baktığımızda davadan mahkûmiyet alan hiç kimse olmadı. Yani hiçbir suçlu bulunamadı. Bunları derin devlet mi öldürttü. İşin aslının ne olduğu ve bunların nasıl öldürüldüğü meçhul kaldı. Bu iki polis niçin feda edildi, amaç neydi? Bilinmiyor. Bu konuda PKK’nın öldürdüğüne dair de hiçbir kesin bilgi yok. HDP tarafı ise barışı doğrudan doğruya Erdoğan’ın istemediğini, barışı sağlamakla çok şeyi kaybedeceğini, AKP’nin seçimlerde çok zarar göreceğini ve kayba uğrayacağını anladığı için barışa son verdiğini söylüyor. Öte taraftan Selahattin Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” söylemi onu tedirgin etti. Dolayısıyla HDP‘nin mecliste 70-80 kişi ile temsil edilmesi,  onun çoğunluğunu kaybetmesine sebep olacağından endişe ettiği için barış sürecine son verdi. Masanın devrilmesi direktifi başka bir yerden mi geldi (derin devlet) yoksa olay Erdoğan’ın kendi inisiyatifi ile mi gerçekleşti? Bilemiyoruz.

HDP’nin yanlışı oldu mu?

Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) bugün oynadığı rolü HDP oynayabilirdi diyenler var. Yani o gün HDP Recep Tayyip Erdoğan’a “Biz seninle ittifak yapıyoruz, biz Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) emrindeyiz, senin istediğin şekilde başkanlık rejimini kurmaya, seni başkan yapmaya ve başkanlık sistemini desteklemeye hazırız” gibi açıklama yapması gerekiyordu diyenler var. Bugün MHP lideri Bahçeli nasıl yaptıysa aynı şeyi HDP yapabilirdi diyorlar. 

Siz bu öngörüye katılıyor musunuz?

Bu mümkün değildi. Bunu yapamazlardı. Ne onlar yapabilir ne de Erdoğan kabul ederdi. Çünkü HDP’nin Erdoğan’ın hizmetine girmeyi kabul etmesi demek, bunun karşılığında da HDP’nin isteklerinin yerine getirilmesi demektir. HDP ne istiyor? HDP Kürtlerin özerk yaşamasını, kendi belediye başkanını, valisini seçmeyi ve kendi okullarında Kürtçe eğitim yapmayı istiyordu. Yani bir sürü talepleri vardı. Demek ki oraya gitmesi ve onların emrine girmesi, onlarla ittifak yapması demek, AKP’nin de HDP’nin taleplerini kabul etmesi demekti. AKP asla bunu kabul etmezdi. Çünkü kabul etseydi bir daha Türkiye’de iktidar olması mümkün olmazdı. Türkiye’de iktidar olmak sadece seçimle işbaşına gelmekle mümkün değildir. Derin devletin sizi tasvip etmesi, size evet demesi gerekiyor.  Derin devlet evet demeden hiçbir hükümetin iktidar olması mümkün değildir. Onun için iki taraf da yapamadı, zaten pek mümkün de görünmüyordu. 

Suriye iç savaşı ve YPG’nin Rojava ve diğer kantonlarındaki hâkimiyeti, peşinden gelen ABD desteği Kandil’in çözüm süreci politikasında ya da mesela çok eleştirilen hendek politikasında etkili oldu mu?

Hayır. PYD’nin Suriye’de örgütlenmesi, arkasından YPG’yi kurması ve varlığını sürdürmesi PKK’nın dışında olan bir olgudur. Ama onlar Abdullah Öcalan’ın strateji ve politikasını benimsiyor. Onun belli bir politikası var, o politikada kantonlar oluşturmak ve kantonal bir sistemle bölgeyi yönetmektir. Öcalan’ın politikası neyse aynısını benimsemişlerdir. O yüzden Öcalan’ın resimleri ve bayrakları asılıdır ve onu manevi liderleri olarak görüyorlar. Ama hareketi yöneten insanlar farklıdır. PYD Öcalan’ın siyasetini benimsemiş ama Suriyeli Kürtlerden oluşuyor. Mesela PYD’nin eski başkanı Salih Müslüm, Türkiye’de kalmış İstanbul Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü'nden mezun olmuş ve iyi Türkçe bilen Suriyeli bir Kürttür. Türkiye’ye defalarca gelip gitmiş ve hükümet ile çok irtibatı olmuş biridir. Aynı zamanda Türkiye’ye “bizden size zarar gelmez, biz sizin hizmetinizdeyiz, siz bizim ağabeyimizsiniz, büyüğümüzsünüz, bize yardım etmeniz lazım, bizim varlığımız size bağlıdır” diye teminat vermiştir. Türkiye ise ısrarla “orada parti kuramazsınız, çalışma yapamazsınız ve Suriye hükümetine katılmalısınız” dedi. Doğal olarak anlaşma olmayınca Kürtler kendi başına hareket etmek zorunda kaldılar ve aralarında düşmanlık çıktı. Doğrusu adamlar başta Türkiye’den bağımsız bir şey yapmak istemediler. 

"ABD Türkiye’yi neden kabul etmedi" sorusunu sormak lazım... Bu soru çok önemlidir. Türkiye güçlü bir devlet, güçlü bir ordusu var ve NATO’nun ikinci büyük gücü. Yani bölgede ondan daha güçlü bir ordu yok. Belki Rusya daha güçlüdür diyebiliriz. Dolayısıyla en büyük ordusu olan Türkiye’ye bölgede kimsenin karşı çıkması veya itiraz etmesi, Türkiye’ye rağmen adım atması fiilen mümkün değil. Niye ABD Suriye’de IŞİD’e karşı mücadelede Türkiye gibi güçlü bir ülke ile ittifak kurmadı da tuttu 3-5 Suriyeli Kürt ile ittifak yaptı?

PKK, kendi başına inisiyatif alarak bu işe girişti. PKK kendine güvendi ve hendek vasıtasıyla bir bölge hâkimiyeti kurabileceği inancına varmıştı. Ne Türkiye’nin gücü hakkında bilgi sahibiydi ne de kendi gücünün farkındaydı. Günümüzde askeri teknolojinin ne ölçüde geliştiğinin hesabını yapamadı. PKK hendekleri kazmakla büyük hata yaptı.

Eğer bunun cevabını veremezseniz meselenin altından çıkamazsınız. Mesela Koray Düzgören’in 20 Mart 2019 tarihli “Terör destekçisi mi arıyorsunuz? Aynaya bakın yeter!” başlıklı yazısında Türkiye’nin Suriye’de hükümet olmayan güçlerle nasıl işbirliği yaptığını anlatıyor. Yazıya göre IŞİD’li üst düzey militan “biz her hafta Türkiye MİT’i ile görüşür, fikir alışverişinde bulunurduk. Bize görev verirlerdi. Bizim görevimiz Suriye’nin kuzeyindeki bölgede Kürtlerin bulunmasını önlemekti” diyor. İşte bu yüzden ABD Türkiye ile iş birliği yapmadı. Şöyle ifade edeyim, ABD Suriye’deki politikasını tasvip etmediği için Türkiye ile IŞİD’e karşı iş birliği yapmadı. IŞİD’e karşı mücadelede Kürtlerin kurmuş olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile işbirliği yapmayı tercih etti. Bu yapının içerisinde Araplar, Süryaniler ve farklı gruplar da var ama çoğunluğu Kürtlerden oluşuyor. Yani ana omurgası PYD’den oluşuyor. Neden Türkiye gibi güçlü bir devletle değil de Kürtlerle iş birliği yapıp onları silahlandırdı. Bence bunun kabahati Türkiye’nin Suriye’de izlediği politikadan kaynaklanmaktadır. ABD, Türkiye’nin Suriye’de izlemiş olduğu politikanın mahiyeti hakkında akademisyenlerin yapmış olduğu çalışmalarla bilgilendirilmiştir ve Washington hükümeti bu konuda bilgi sahibidir. ABD bu tür bilgilere dayanarak karar vermiş ve SDG ile iş birliği yapmayı uygun bulmuştur. 

Hendeklerin kazılmasında ne ABD ne de SDG’nin hiçbir etkisi yoktur. Bunların bir etkisinin olduğuna inanmıyorum. PKK, kendi başına inisiyatif alarak bu işe girişti. PKK kendine güvendi ve hendek vasıtasıyla bir bölge hâkimiyeti kurabileceği inancına varmıştı. Ne Türkiye’nin gücü hakkında bilgi sahibiydi ne de kendi gücünün farkındaydı. Günümüzde askeri teknolojinin ne ölçüde geliştiğinin hesabını yapamadı. PKK hendekleri kazmakla büyük hata yaptı. Hem oradaki insanları tedirgin edip rahatsız etmiş hem de Kürtlere büyük zarar vermiştir. Öte taraftan hükümetin oradaki ağır tahribatı haklı göstermesine gerekçe sağlamıştır. Ben PKK’nin hendek siyasetiyle büyük hata yaptığına, yanlış yaptığına inanıyorum. Bu yanlışı da şartların yanlış değerlendirmesine bağlıyorum. 

Hendeklerin Kürt siyasetine etkileri ne oldu, Kürt siyasetinde bir kırılma yaşattığını düşünüyor musunuz?

Kürtlerin demokratik haklarını isteyen Kürt burjuvazisinin, tarım, turizm, inşaat ve dokuma gibi sektörlerde Türkiye’nin her tarafında pek çok yatırımı var. Özellikle tarım burjuvazisi çok güçlenmiştir. Eskiden birçok köye sahip olan köy ağaları sapanla çiftçilik yaparlardı. Yani daha çok hayvan gücünü kullanıyorlardı. Şimdi bakıyoruz 300-500 dönüme sahip olanların bile artık traktörleri var. Makineli tarıma geçmekle tarımda kapitalist işletme başlamıştır. Ekonomik alandaki bu köklü dönüşüm ve gelişime bağlı olarak Kürt köylü yığınlarında özgürleşme ve bireyleşme hareketi de başladı. Eşit vatandaş olma talepleri hız kazandı. Kürt halkı artık PKK’nin Hendek Savaşı ve benzeri eylemlerini tasvip etmiyorlar. Kürt aydınların da Kürtlerin demokratik haklarının verilmesi istemekte… Ama Kürtleri rahatsız eden bu tarz savaşlara karşıdırlar. Sonra PKK yandaşı 3-5 kişi toplanıp biz özerk olmak istiyoruz deyip özerklik ilan ediyorlar. Arkadaşım özerk olmak için meclis gibi bir kurumdan kanun geçmesi, anayasa değişikliği yapılması lazım, siyasi partinizin mecliste aktif olması, etkinlik kazanması, mecliste ittifaklar kurarak kanun değişikliği yapması lazım. Bu bir zaman işidir. 

“TÜRKİYE’DE DEMOKRASİNİN ÖZNESİ KÜRTLERDİR”

Şırnak, Hakkâri veya Batman’ın bilmem neresinde bir ilçe başkanı çıkıp biz özerklik ilan ediyoruz diyor. Ve ertesi günü tutuklanarak ağır cezalar alıyor. Bu yanlış bir karardır. O zaman da yanlış olduğunu söyledim. Yani sen “özerklik ilan ettim” demekle neyi kast ediyorsun. Hangi güce ve neye dayanıyorsun. Ertesi gün o çocukların hepsi tutuklandı. Bu yanlış bir politikaydı. Evet, dünyanın gerçeği, onların kendi dillerinde eğitim görmelerini ve yayın yapmalarını kabul ediyor. AB’nin demokratik normları ve demokrasi anlayışı da farklı etnik toplulukların özerk olmasını öneriyor. Ama bunların hukuk içinde kanunlarla sağlanmasını da şart koşuyor.  Mesela İngiltere ne yaptı? İskoçlarla uzlaşarak halkın kendi dilinde (İskoçça) eğitim ve yayın yapması için kanun çıkardı. Kanuna dayanarak maddi ve manevi destek sunuyor. Ama buna rağmen İskoçya bağımsızlık partisi kuruldu, bağımsızlık için genel referandum yapıldı ve sonuçta halk bağımsızlığı istemedi. Keza aynı şey İspanya’da da oldu. Uzun süren mücadeleden sonra Katalanlar hem kendi meclislerini kurdular hem de İspanya meclisine üye gönderiyorlar. Ama bunu meclisten kanun çıkararak yaptılar. Kazanımlarını demokrasinin icabına ve ruhuna uygun biçimde hareket ederek elde ettiler.

 

TARIK ZİYA EKİNCİ
Dr. Tarık Ziya Ekinci / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Kürtler de bu tür hakları elde etmek istiyorsa dünyadaki gelişmeleri iyi okumaları lazım. Kürtler de uygun demokratik ortamın oluşması için mücadele etmelidirler. Diyorum ki demokrasinin öznesi Kürtlerdir. Türkiye’de eğer demokrasi kurulacaksa, Kürtlerin mutlaka içinde olması gerekir. Kürtlerin desteklemediği bir hareketin demokrasi olması mümkün değildir. Kürtlerin içinde olduğu ve onların taleplerine cevap veren bir hareket ancak demokrasi olabiliyor. Zaman zaman bir araya gelirken Türk arkadaşlarıma da söylüyorum,’ Kürtler olmadan Türkiye’de demokrasi kurulamaz’ diye.. Bu nedenle “Türkiye’de demokrasi hareketinin öncüsü ve öznesi Kürtlerdir” sonucuna varıyorum. Nasıl ki sosyalist devrimin öncüsü ve öznesi işçi sınıfıysa, Türkiye’de de demokrasinin öznesi Kürtler ve Kürt demokratik hareketidir. 

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı yakın bir zaman önce "Kürdistan" ibaresi bulunan 4 siyasi parti hakkında kapatma davası için iddianame hazırladı. Kapatma talebini nasıl yorumluyorsunuz, Türkiye 1990’lı yıllara geri mi dönüyor? 

Aslında buradan hükümetin izlediği politikaya gitmek lazım… HDP mecliste varlığını parti olarak devam ettirdiği müddetçe Türklerle birlikte yavaş yavaş Türkiye partisine dönüşecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan HDP’yi kapatamıyor çünkü kanunlar müsaade etmiyor. AKP’nin bundan sonra tek başına iktidar olması mümkün gibi görünmüyor. İllaki destek arayacak.  Nitekim şimdilik MHP bu desteği veriyor. MHP Tayyip Erdoğan’ın onlara muhtaç olduğunu sezdi. MHP’nin de Erdoğan’a ihtiyacı vardı. Çünkü Erdoğan olmasaydı İYİ Parti kadroları MHP’yi ele geçireceklerdi. Bahçeli bunlardan kurtulmak için Erdoğan ile işbirliği yaptı. Oysa zamanında Erdoğan’a en büyük düşmanlığı yapan, ona en büyük hakaretleri yönelten Bahçeli’ydi. Ama bugün iş birliği halinde, adeta AK Parti’nin bir kolu gibi çalışıyor. 

Şimdi biliyorsunuz, MHP’nin temel siyaseti Türk ırkçılığıdır. Amacı azınlıkları asimile etmek herkesi Türk yapmaktır. Türkiye’de Türklerden başka bir halkın yaşamadığını kanıtlamak için herkesin zorla Türkleşmesini sağlama idealine bağlıdır. İsmet İnönü’nün 1925’te söylediği bir sözü var ve aynen şöyledir: “bizim vazifemiz Türkiye’de yaşayan herkesi behemehâl Türk yapmaktır. Türk olmayanların bu memlekette yaşama ve görev talep etme hakları yoktur”. Bu ta o zamandan beri devam eden derin devletin değişmez politikasıdır. Herkes burada Türk olmak zorundadır. İşte MHP bu tarz siyaset yürüten bir partidir. MHP iki temel ideolojiye dayanır. Biri antikomünizm yani sol düşmanlığı, diğeri de Kürtlerdir. Çünkü Türkiye’de Kürtler Türkleşmeyi kabul etmiyor. Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız ama Kürdüz ve Kürt olarak bu ülkede varlığımızı sürdürmek, eşit vatandaş olarak yaşamak istiyoruz diyorlar. İşte MHP bunu kabul etmiyor. MHP asla Kürt varlığının devam etmesini, Kürtlere etnik konularını hatırlatan herhangi bir hakkın tanınmasını istemiyor. Artık MHP’nin antikomünizm yapması saçmalık olur; çünkü Sovyetler Birliği yıkıldı, onunla birlikte tüm Sovyet sistemi dağıldı. Çin ise zaten bir devlet kapitalizmi işletiyor ve komünist devlet olması şüpheli dolayısıyla MHP’nin antikomünizm yapması abes olur. O yüzden varlığını sürdürebilmesi için Kürt düşmanlığı yapıyor.      

Türkiye’de yakın zamanda çağdaş anlamda bir demokrasinin kurulabileceğine inanmıyorum. Ama bu gerilemede iktidar partisinin ve iktidarı ellerinde bulunduran devlete egemen kadrolar kadar, demokrasi güçlerinin de sorumluluğu vardır.

MHP ile bu işbirliğini yaparken AKP’nin de bir takım tavizler vermesi lazım. AKP kendi politikasını yavaş yavaş MHP’nin politikasına uyduruyor. Doğal olarak bu birlikten ortak bir politika çıkıyor. AKP İslam’a dayalı sağ bir politika, MHP ise şoven milliyetçiliğe dayalı ırkçı bir politika izliyor. O halde AKP’nin MHP ile ittifakını devam ettirebilmek için, İslami hassasiyetini sürdürürken ırkçılığa dayalı bir milliyetçiliği de benimsemesi gerekir. Diğer bir deyimle AKP de İslami hassasiyeti olan ırkçı-milliyetçi bir partiye dönüşmek zorundadır. Nitekim dönüşmüştür. Demek ki İslami ve milli hassasiyetin paralel gitmesi gerekiyor. İlk olarak Türkiye’de meclis iç tüzüğünü değiştirdiler. Yeni tüzükte Kürdistan demek suç sayıldı ve ilk olarak HDP milletvekili Osman Baydemir’e hem para cezası,  hem de meclisten geçici çıkarma cezası verildi. Bu ilk adımlar AKP’nin temel ideolojisinde köklü değişiklikler yapmakta olduğunun açık işaretleridir.  AKP’nin bundan böyle milliyetçi ve dinciliği beraber yürüteceğinin göstergesidir. Erdoğan gittiği her yerde tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek devlet gibi söylemlerle milleti tekleştirdi. Zaten kendisi de tek başkan oldu. Bitti. İstediği yerine geldi. Şimdi MHP’nin ırkçı politikasını benimsemek zorundadır, bu benimsenmediği takdirde tek başına iktidar olması mümkün değil. Zaten kendisi de gittiği her yerde “MHP ile ittifakımız seçime kadar değil, mezara kadar devam edecek” diyor. AKP’nin benimsediği yeni siyaseti onun Kürt bakışını tamamen değiştirmiştir. 

Tarık Bey yaklaşık olarak 70 yıldır aktif siyasettesiniz, Türkiye’ye yakın bir zamanda demokrasi geleceğine inanıyor musunuz, bu mümkün mü?

Türkiye’de bu gelişmeler bize açıkça geriye dönük (anti-demokratik) köklü bir dönüşümün başladığını gösteriyor. Oysa demokrasi yönünde epey bir mesafe kat edilmişti. Son durum büyük bir gerilemenin başladığını açıkça göstermektedir. Yapılmakta olan uygulamalar Türkiye’deki sosyo-politik gerilemenin giderek derinleşeceği izlenimini veriyor. Bu gözlemime dayanarak Türkiye’de yakın zamanda çağdaş anlamda bir demokrasinin kurulabileceğine inanmıyorum. Ama bu gerilemede iktidar partisinin ve iktidarı ellerinde bulunduran devlete egemen kadrolar kadar, demokrasi güçlerinin de sorumluluğu vardır. Demokrasi güçleri ittifak halinde, iş ve güç birliği yaparak ortak bir program etrafında birleşmezlerse Türkiye’de demokrasi mücadelesi giderek gerileyecektir. Demokrasi güçleri dağınık oldukları ve de sorumsuz davrandıkları sürece yakın bir gelecekte demokratik bir ittifakın kurulmasını ve demokrasi mücadelesinin ivme kazanacağını mümkün gömüyorum.  

Neden?

Mesela Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) biz demokratız, sosyal demokratız diyenler var. Ama CHP’nin ırkçı bir politika izlemesine itiraz etmiyorlar. Keza, CHP’nin de AKP gibi HDP’yi yok sayarak kriminalize etmesine ses çıkarmıyor, hatta partilerini destekliyorlar. Bu şekilde demokrasi savunulamaz. Demokrat kişi her koşulda demokrasinin tüm öğelerini savunmak zorundadır.  Bunu benimseyen insanlar birlik oluşturursa demokrasi gelişebilir. Mesela demokrasi mücadelesi veren kimi dernekler kurulmuştur. Demokrasi için birlik, demokrasiyi geliştirme hareketi vb. birçok STK var. Öte yandan sözde demokrasiyi savunan onlarca sol örgüt var. Bunların hepsi Türkiye’de baskı rejimin son bulması ve demokrasinin kurulmasını istiyor. Fakat her birinin ayrı bir programı ve her birinin bağımsız bir partisi var. Kendi partilerini savunuyorlar ama bir araya gelip ortak bir program oluşturamıyorlar. Mesela çoğulcu, Kürt sorununu benimseyen, Kürtlerin demokratik haklarını savunan ve onları eşit vatandaş olarak gören, keza Alevileri tanıyan, onların özgürce ibadet edebileceklerini savunan, ortak programla bir parti kurulursa başarı şansı olur. Doğal olarak bu aynı zamanda ileri bir demokrasi partisi olmak zorundadır. 

“TÜRKİYE’DE HERKES TÜRK OLMAK ZORUNDA DEĞİL”

Demokratik parti herkesin dini inancına saygılıdır. İsteyen dilediği gibi ibadetini ve hayatını yaşar. Çünkü demokratik yönetim hem çoğulcu hem insan haklarına saygılı hem hukukun üstünlüğüne bağlı hem de kuvvetler ayrılığını önemsemek zorundadır. Ama bu görüşteki insanları bir araya getirmek mümkün olmuyor. Bunların tümü bir araya gelmeden birlik oluşturmadan demokratikleşmede başarı şansı yoktur. “Kuvvetler ayrılığını önemsiyorum,  ama hukukun üstünlüğünü benimsemiyorum, kuvvetler ayrılığını önemsiyorum ama Türkiye’de çoğulculuğu benimsemiyorum, Türkiye’de herkes Türk olmak zorunda” demekle demokratlık olmaz. Böyle bir demokrasi anlayışı da olamaz. Demokrasi çoğulcudur, eşitlikçidir, inanca ve insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne saygılıdır. Hâkime ve savcıya emir vererek istediğin kararı çıkaracaksın ve buna demokrasi diyeceksin, olur mu? Demem şu ki belli ilke ve prensipler ile bir araya gelinirse Türkiye’de güçlü demokrasi hareketi oluşturulabilir. Gördüğüm kadarıyla şimdilik bu mümkün değil. 

Açlık grevinin bir hak arama yöntemi olduğunu düşünüyor musunuz?

Açlık grevi, hak arayan ya da hak talep eden kişi veya grupların bu hakları kanun çerçevesinde elde edemedikleri takdirde en son başvurulacak bir yöntemdir. Özünde bireye ait bir hakkıdır. Kişiye ait olan bu hakka zorla müdahale etmek veya karşı çıkmak bana göre doğru değil. Vatandaşlarının kanun ya da evrensel hukuk çerçevesinde talepleri olabilir. Kanunlar ve hukuk istenen hakkı tanıyorsa insanlar bu haklar için mücadele edebilir. Ve dersiniz ki kanun bunu yazıyor, anayasa bunu yazıyor, ben bu hakkı istiyorum ve bu hak bana verilmeli. Kazanılır veya kazanılmaz dava bile açabilir. Mücadelenizi devam ettirirsiniz. Nihayet bu bir noktaya gelir ki o noktada size bu hakkın verilemeyeceğini anlarsınız. Benim de bu hakkı almadan yaşamam mümkün değil diye düşünebilir ve son çare olarak kendinizi feda etme yoluna başvurabilirsiniz. Demek ki bireyin demokratik mücadelesinde yapmış olduğu demokratik çabaların sonuçsuz kalması halinde son çare olarak kendi nefsini feda ederek açlık grevine girmesi gerekebilir. Ben şahsen açlık grevi eylemini tasvip etmiyorum ve sonuna kadar demokratik mücadelenin sürdürülmesinden yanayım. Bu mücadele uzun erimlidir. Sabırla ve sonuna kadar sürdürülmelidir. Bu yüzden insanların umutsuzluğa kapılıp hayatlarını feda etmelerini doğru bulmadığım gibi kimseye açlık grevi yapma deme hakkına da sahip değilim.

Ben Türkiye’nin Afrin’e girmesini, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yaşamasını istememesini çok yanlış buluyorum. Yanlış ve haksız bir politikadır. Çünkü Kürtlerden Türkiye’ye hiçbir zarar geleceğine inanmıyorum. Kürtler orada örgütlense, özerk bir yapıya kavuşsalar bile Türkiye’ye hiçbir zararları olmayacak. Mesela Kürdistan Bölgesine bakalım. Kürdistan federe yapıya kavuşmadan önce Türkiye şiddetle karşı çıkıyordu. Fakat kurulduktan sonra en fazla işbirliği yaptığı bölge yine Kürdistan oldu.

Türkiye’nin Afrin operasyonunu Kürtler açısından nasıl görüyorsunuz? 

Tahminimce Kürtler üzerine çok olumsuz etkileri oldu. Bu, uluslararası bir politikanın sonucuydu. Sadece Türkiye’nin kendi başına aldığı bir kararın ürünü değil.  Burada Rusya’nın büyük rolü vardır. Rusya Türkiye’yi bu işe dâhil etmek istedi. Dolayısıyla Rusya’nın izni olmadan Türkiye’nin Afrin’e girmesi, keza Fırat Kalkanı operasyonunu yapması mümkün değildi. Hem Fırat Kalkanı hem de Zeytin Dalı askeri harekâtı Putin Rusyasının kararı ile gerçekleşti. Türkiye tek başına bunu yapmamıştır. 

Mesela Afrin harekâtında Rusya hava sahasını kapatınca Türkiye üç gün durmak zorunda kaldı. Yani Rusya istese durdurabilirdi. Şimdi bile çık derse Türkiye çıkmak zorundadır. Açıkçası Türkiye’nin bu işgallerinde Rusya’nın önemli rol oynadığını düşünüyorum. Rusya Türkiye’yi yanına çekmek, iş birliğini geliştirmek ve onunla birlikte BATI karşıtı bir siyaset yürütmek istiyor. Dolayısıyla Rusya Türkiye’yi mutlaka NATO’dan koparmak istiyor. Rusya, ABD ve NATO ile olan ihtilafı derinleştirmek için Türkiye’nin her istediğini mümkün olduğunca yerine getiriyor.  Kanaatimce Türkiye NATO’dan zaten fiilen kopmuş gibi görünüyor. 

Konuşmanızın içinde Afrin harekâtı için “işgal” dediniz, bunu bilinçli mi kullandınız. Siz Afrin operasyonunu “işgal” olarak mı görüyorsunuz?

Afrin nasıl alınmıştır? Kimse Afrin için buyurun gelin dememiştir. Size buyurun gelin dendiği zaman o barışçıl bir giriştir. Mesela Rusya Suriye’ye davet üzerine girmişti. Aynı şekilde İran o şekilde girmiştir. Örneğin ABD’nin girişi işgaldir. Türkiye’nin de Suriye’ye izinsiz girmesi keza işgaldir. Ben Türkiye’nin Afrin’e girmesini, Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yaşamasını istememesini çok yanlış buluyorum. Yanlış ve haksız bir politikadır. Çünkü Kürtlerden Türkiye’ye hiçbir zarar geleceğine inanmıyorum. Kürtler orada örgütlense, özerk bir yapıya kavuşsalar bile Türkiye’ye hiçbir zararları olmayacak. Mesela Kürdistan Bölgesine bakalım. Kürdistan federe yapıya kavuşmadan önce Türkiye şiddetle karşı çıkıyordu. Fakat kurulduktan sonra en fazla işbirliği yaptığı bölge yine Kürdistan oldu. Bugün orada Türkiye’nin çok büyük sermayesi var. Yapılan yatırımların yüzde 90’ı Türk girişimcilere aittir. Hem petrol alımında hem inşaat işinde hem de tesisler konusunda Türkiye’nin çok büyük katkısı olmuştur. Şimdi bile çok dostane ilişkileri var. Bağımsızlık referandumunda Türkiye sert karşı çıkışlar yaptı; ona rağmen Kürtler ilişkilerinin bozulmasını istemediler. Suriye’nin kuzeyinde de böyle bir federe birlik oluşursa Türkiye’nin yararına olur zararına olmaz. Ama maalesef bunu Türk yöneticilerine anlatmak mümkün değil. 

Türkiye Kürtlere hiçbir şekilde toplu yaşayacakları bir alan tanımak istemiyor. Bu çok açık ve her zaman da söylüyor. Ama Kürtler buna rağmen varlıklarını idame ettirmek istiyorlarsa tek çareleri Beşar Esad ile anlaşmalarıdır.

IŞİD’le olan savaş bitti. Sizce Rojavalı Kürtler bundan sonra nasıl bir strateji geliştirmeli, Amerika mı yoksa Rusya ile mi ilişkilerini geliştirmeliler?

Kürtler sadece hayatta kalıp varlıklarını sürdürmek istiyorlar. İzleyecekleri siyaset bu amaca hizmet etmelidir. Çünkü Rusya evet derse Türkiye’nin yapmak istediği Kürtleri tamamen yok etmektir. Türkiye Kürtlere hiçbir şekilde toplu yaşayacakları bir alan tanımak istemiyor. Bu çok açık ve her zaman da söylüyor. Ama Kürtler buna rağmen varlıklarını idame ettirmek istiyorlarsa tek çareleri Beşar Esad ile anlaşmalarıdır. Kürtler Esad ile belli konularda eşit vatandaşlık temelinde anlaşmadıkları takdirde er veya geç tasfiye olacaklar. 

Kürtler neden Esad ile anlaşmalı?

Ben öyle görüyorum. Kürtler için tek çıkar yol budur. ABD’nin Suriye’de kalması mümkün görünmüyor. Tüm kuvvetlerini çekecek belki bin civarında askeri bir süre kalır. Zaten ABD’nin ilelebet kalması da mümkün değil. Orada İran, Rusya ve Esad kalacak. Rusya ve ABD anlaşarak İran’ı da Suriye’den çıkarma planları yapıyorlar. Yani eninde sonunda orada Rusya ve Esad kalacak. Öte taraftan Türkiye’de zaman içinde (ki buna yönelik birçok haber de yapıldı ve yapılıyor) eninde sonunda Esad ile anlaşmak zorunda. Türkiye Suriye siyasetinde söz sahibi olabilmek için Esad ile konuşmak mecburiyetindedir.

Irak Kürdistan Bölgesi’nin bağımsızlık referandumunu nasıl değerlendiriyorsunuz, erken veya yanlış diyenlerin yanı sıra geç kalınmış ve doğru bir karardı diyenler var. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu bağımsızlık referandumu girişimi başlarken ben şahsen bazı temaslar neticesinde gerekli yerlerden söz alınmasını istiyordum. Mesela ABD, İngiltere, Rusya, Türkiye ve İran gibi büyük devletlerden onay alınmalıydı. Bunlardan müsaade almadan bağımsızlık sürecine girmek veya ilan etmek yanlış olur. 

Yani bu saydığım ülkeler evet diyecek ki ilan edebilesiniz. Aksi takdirde yapmanız mümkün değil ve yaptırmazlar. Maalesef bu iş sadece oy vermek veya talep etmekle olmuyor. Ama Kürdistan’ın bağımsızlık ilan etmesi hem Araplar hem de Kürtler için çok faydalı olurdu. Büyük devletler kabul etmeyince yapacak bir şey kalmıyor. Dolayısıyla Kürtler boyun eğmek zorunda kaldılar. Çok şey kaybettiler. Bence onay almadan bu işe girişmeleri yanlıştı. Yoksa plebisit yaptırmak IKBY’nin hakkıdır. Vatandaşına sormak, vatandaşların arzularına göre bir yönetim modeli belirlemek en tabii hakkıdır. Fakat dünya öyle bir dünyadır ki işler farklı yürüyor. Mutlaka büyük güçlerin müsaadesi alınmalı. 

Referandumun Kürtlere artı ve eksileri ne oldu?

Birçok şeyi kaybettiler. Mesela Kerkük’ü kaybettiler. Orası en büyük merkezlerden biriydi. Anayasada referandum kararı olduğu halde bugüne kadar uygulanmadı. Oysa IŞİD’in işgaline son veren Peşmerge güçleri Kerkük’ü tamamen kontrol altına almış ve IKBY’ye katmıştı. Orası artık Kürdistan’ın malıydı. Kürdistan Bölgesi yaptığı referandum ile orayı kaybetmiştir. Ayrıca IŞİD savaşından sonra kontrol ettiği toprağın birçoğunu da kaybetti. Aynı zamanda Kürdistan hükümetinin yapısında da bir takım tahribatlar yaptı. Celal Talabani ve Mesud Barzani grupları karşı karşıya geldi, nerdeyse yeniden düşman oldular. Daha önceden gelen bir karşıtlık vardı ve ABD’nin araya girmesiyle federe devlet kurulmuştu. 

Yakın gelecekte Amerika’nın İran’a müdahalesini mümkün görüyor musunuz, orada yaşayan Kürtlerin durumu ne olacak?

Son bir yazımda şunları yazmıştım. Elmalar armutlarla toplanamaz. İlkokula başlanıldığında öğrettikleri ilk şey budur; elma ile armudu toplayamazsın, üç elma ile beş armut sekiz yapar diyemezsin. Elma ayrı armut ayrı şeydir. Onlar ayrı ayrı toplanır. Irak ve İran Kürt toplumlarında egemen sınıf feodalitedir. Nitelikleri farklı olsa da her iki Kürt toplumunda ekonomik, siyasal ve sosyal hayatı belirleyen feodal değerlerdir. Ortak bir siyasal birlik oluşturmaları olanaksızdır. Hatırlarsanız 1945’lerde Kadi Muhammed öncülüğünde bir Kürt devleti kurulmuştu ve Genelkurmay Başkanı da Mustafa Barzani’ydi. Kadi Muhammed idam edilmeden önce Barzani’ye “ben teslim olacağım” diyor. Barzani teslim olmasına karşı çıkıyor ama Muhammed İran’da yaşayan Kürt beylerin adını sayıyor ve diyor ki ‘’Bu ağalar ya da aşiret reisleriyle anlaşarak bir devlet kurduk. Hepsi bana yeminle bağlı kalacaklarını ve gerekirse devleti güç kullanarak savunacaklarını söylediler. Fakat Ruslar ve İngilizler çekildikten sonra ben İran güçleri ile tek başıma karşı karşıya kaldım. Bana yeminle söz veren beylerin hepsi bulundukları cephelerde biat ederek İran ordusuna teslim oldular. Yapacak bir şey kalmadı, daha fazla kan akmasına sebep olmamak için teslim olacağım’’ diyor. 

Bir toplumda feodal ilişkiler devam ettiği sürece ortak bir siyasal birlik oluşturmak olanaksızdır. Her bir feodal ünite (Aşiret, beylik, Ağalık vb.) kendi varlığını koruyup sürdürmeye öncelik tanır. Milli bir devletin çıkarları için fedakârlık yapmaları beklenemez. Bu tür toplulukların birleşerek ortak bir siyasal birlik (krallık) kurmaları ancak en güçlü beyliğin diğerlerini güç kullanarak zorla bir araya getirmesiyle mümkündür. Feodal yapı dağılmadan aşiretler arasında birlik kurulamaz. Türkiye Kürt toplumunda ise kapitalist ilişkiler kurulmuş, egemen sınıf burjuvazidir. Burjuvazinin çıkarları bağlı olduğu Pazarın olanaklarıyla sınırlıdır. Türkiye’deki Kürt burjuvazisi için en uygun Pazar büyük Türkiye pazarıdır. Türkiye pazarını terk ederek küçük bir Kürt pazarına kapanmayı asla kabul etmez. Bu nedenle Ortadoğu’da farklı ülkelerde yaşayan ve farklı üretim ilişkileri olan Kürtlerin bir araya gelip büyük bir Kürdistan kuracakları düşüncesi ütopyadan öte, saçma bir güvenlikçi toplum mühendisliğidir. Bu sosyolojik gerekçelere istinaden Ortadoğu’daki Kürt toplumlarının bütünleşerek ortak bir devlet kuracakları iddiasını ilkel bir Kürt düşmanlığı ya da elmalarla armutları toplama cehaleti  olarak yaftalıyorum.  

Türkiye’de devlete egemen güçlerle derin devletin yaptıkları en büyük hata“ dört parçadaki Kürtlerin birleşerek Büyük Kürdistan’ı kurmak istedikleri” konusunda geliştirdikleri temelsiz öngörüyü yayarak toplumda korku yaratmalarıdır. Oysa sosyoloji ve antropoloji uzmanları bilime dayanarak bunun mümkün olmadığını söylüyorlar. Bu toplumlarda farklı toplumsal sınıflar, beylikler, aşiretler vb. farklı güçler egemendir. Türkiye’de de feodalitenin çözülmesi için 50 yıl geçti. Ancak 50 yıl sonra Türkiye’de Kürtler birey olabildi. Doğrusu bugüne kadar Kürtlerin her biri farklı aşiretlere bağlıydılar. Ama bugün Türkiye Kürtleri iki güçlü kolu olan kapitalist ekonomiye geçti. Artık Kürt toplumunda da egemen sınıf burjuvazidir. Yani Türkiye’de Kürtler kapitalist ilişkiler içine girmiştir. Bunların İran veya Irak’taki Kürtlerle birleştirip bir tek devlet kurmaları mümkün değildir. Bu çok anlamsız ve hayali bir varsayımdır.

Bir açıklamanızda Kürt burjuvazisini önemsediğinizi ve onların bağımsızlık istemediğini söylemiştiniz. Bunu biraz daha açar mısınız? 

Kürt burjuvazisi ayrılıp bağımsız bir devlet kurma taraftarı değildir. Sınıfsal çıkarının icabı ayrılma düşüncesine karşıdır. Çünkü yaptığı yatırımlar, kurduğu ortaklıklar onun Türkiye Pazarından ayrılıp daha küçük bir pazara kapanmasını engelliyor. Ayrıca kapitalist bir burjuva devleti oluşturmanın ilk şartı gümrük duvarlarıyla çevrili ulusal bir Pazarın kurulmuş olmasıdır. Ulusal bir Pazar oluşturamayan bir burjuvazinin milli bir devlet kurması da mümkün değildir. Türkiye’deki Kürt burjuvazisi ancak Türk burjuvazisinin desteğiyle, ittifak içinde bağımsız ya da ortaklıklar kurarak varlığını sürdürebilir. Bu hem ticaret, hem de tarım burjuvazisi için geçerlidir. Kürt burjuvazisi Türkiye ulusal pazarında kolayca yatırım yapabilmekte ve iş alanı bulabilmektedir. 

Devletin geniş Kürt halk kitlelerini tedirgin edecek her türlü hukuk dışı, anti-demokratik ve ayırımcılık izlenimi veren uygulamalardan kaçınmasını Türklerle bir arada yaşamanın koşulu saymaktadır. Bu koşulların tanınması burjuvazinin ayrılma karşıtlığını halk kitlelerine benimsetebilmenin asgari koşulu sayar. Kürt burjuvazisinin birlik politikasına karşılık, Kürt aydın küçük burjuvazisi ayrılıktan yanadır.

Örneğin Kürt sermayesinin Türkiye’de turizm, inşaat ve tekstil alanlarında önemli yatırımları vardır. Bunların bir bölümü ortaklık şeklinde olsa da bağımsız yatırımları da az değildir. Kürt kapitalist sınıfı henüz yurtdışına açılma kapasitesine ulaşmadı. Ama küçük bir Kürt pazarında da ayakta kalamaz, varlığını sürdüremez. Bu nedenle Kürtlerin Türkiye’den ayrılıp bağımsız bir devlet kurmalarına karşıdır. Kürt tarım burjuvazisi de kredi bulmak, ürünlerini pazarlamak, teknik yardım vb. desteğe muhtaçtır. Devletin tarım sektörü için kredi sağlama, teknik destekleme, ürünlerin sübvansiyonu ve pazarlanması gibi destekleme programları vardır. Kürt tarım burjuvazisi bu olanakları kaybetmek istemediği gibi, ayrılma koşullarında ürettiği ürünleri mas edecek elverişli bir Pazar bulması da mümkün değil.  Tüm bu nedenlerle hiçbir zaman Kürt burjuvazisinin ayrı bir devlet kurma talebi olmadı. Ama Kürtlerin demokratik haklarından yanadır, onların kendi dillerini konuşmalarını, eğitim görmelerini, kültürlerini geliştirebilmelerini, özetle Kürtlerin de diğer Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ile eşit haklara sahip olmasını ister.  

Hiçbir Kürt’ün Kürt olmaktan dolayı horlanmasını, ayırıma uğramasını, itilip kakılmasını istemez. Onların da herkes gibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan gurur duyacakları baskısız, korkusuz bir ortamda Kürt olmaktan da çekinmeden, gurur duymalarını ve insan gibi, tüm insan haklarına sahip olarak yaşamalarını ister. Devletin geniş Kürt halk kitlelerini tedirgin edecek her türlü hukuk dışı, anti-demokratik ve ayırımcılık izlenimi veren uygulamalardan kaçınmasını Türklerle bir arada yaşamanın koşulu saymaktadır. Bu koşulların tanınması burjuvazinin ayrılma karşıtlığını halk kitlelerine benimsetebilmenin asgari koşulu sayar. Kürt burjuvazisinin birlik politikasına karşılık, Kürt aydın küçük burjuvazisi ayrılıktan yanadır. Son 30 yıl içinde köyleri yakılıp yıkılan, faili meçhul cinayetleri yaşayan, işkence gören küçük mülk sahibi köylüler de ayrılıkçı düşüncelere kapılmıştır. Devletin güvenlik politikasını teenniyle yürütmesinde büyük yarar vardır.  

Son yüzyıla şahitlik etmiş tecrübeli biri olarak gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? 

Benim onlardan isteğim, Türkiye’de ileri ve çağdaş bir demokrasiyi eksiksiz kurmak için çaba göstermeleridir. Geçenlerde bir öğrenci grubu beni ziyarete geldi. ‘’bize ne tavsiye ediyorsunuz?’’ dediler. Onlara ‘’Evvela okulunuzu bitirin. Okul bittikten sonra da kararınızı kendiniz verirsiniz. Bulunduğunuz alanda mümkün ise bir demokratik gençlik hareketi oluşturmanızda yarar vardır. Türkiye’de ileri bir demokrasi, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne bağlı, eşit haklı vatandaşlığı tanıyan, çoğulcu ve AB’nin Kopenhag kriterlerini kabul eden bir demokrasi için mücadele edin’’ tavsiyesinde bulundum. Doğrusu gençlerin tümü için bunu tavsiye ediyorum. Demokrasi içinde her türlü yasal hak istenebilir, her türlü düşünce açıklanabilir, pazarlık yapılabilir ve her konuda tartışmak, görüş alışverişinde bulunmak mümkündür. Ama demokrasi olmadan hiçbir şey yapılamaz.

Doktor kimliğinizle toplumun bugün izlenen politikalar karşısında ruh halini ve ruh sağlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Bugün izlenmekte olan tek adam iktidarıdır. Kuvvetler birliğine dayalı bir rejim yürürlüktedir.  Bizdeki Cumhurbaşkanlığı sisteminde, başkan yürütmeye, yasamayla ve yargıya hâkim tek kişidir. Üç temel gücü elinde tutan başkan, fiili olarak her türlü denetimden bağışıktır. Yasama organının denetleme yetkisi yoktur. Denetlenemeyen tek adam rejimi kaçınılmaz olarak otoriterdir. Denetlenemeyen başkan hiçbir itirazı kabul etmeyebilir. Başkan’ın istemediği hiçbir organın denetleme görevi yapması olanaksızdır. Ekonomik kararları veren de başkandır. Hiçbir konuda hesap sorulamaz. Yönetimde şeffaflık yoktur. Yargı dolaylı yollardan başkanın emrindedir. Toplumun tümünde Yargıya ve adalet sistemine karşı genel bir güvensizlik oluşmuştur.  Son iki yıldır uygulanmakta olan yeni rejim (Başkanlık sistemi) özellikle yargısal uygulamalar nedeniyle ülke de bir korku atmosferi yaratmıştır. Fikir adamları, akademisyenler, bilim insanları düşüncelerini açıklamaktan çekinmektedir. Türkiye düşünce üretmede, verimsiz çorak bir tarlaya dönüşmüş.  Özellikle toplumun aydın kesimi büyük bir ruhsal bunalım içindedir. Yazarlar özgürce yazma olanağından yoksundur. Henüz yazı hayatından kopmamış olanlar da ağır bir otokontrol atlında yazarken bile yarınından emin değildir. Aydınlarımızın büyük sıkıntı çektiğini ve kendilerini özgür hissetmediklerini düşünüyorum. 

Türkiye’de herkesin özgürce nefes alması ve ben varım diyebilmesi için adalet sisteminin her türlü müdahaleden uzak ve vatandaşlara güven veren bir yapıya kavuşması kaçınılmaz olmuştur. Yarın kime ne olacağı belli değil. En basit bir eleştiri bile Cumhurbaşkanına hakaret sayılmakta ve ölçüsüz bir ağır ceza ile karşılık bulmaktadır. Beğenilmeyen düşüncelerden yorum yolu ile terör suçu üretmek bir alışkanlık haline gelmiş. Yazılı ya da sözlü ifadeler kişinin gerçek niyetinden ve dünya görüşünden tamamen bağımsız ithamlarla davalar açılmakta, mahkûmiyet kararları verilmektedir. Laik olduğu bilinen yazarların FETÖ’cü, barışçı ve şiddet karşıtlığı müsellem olanların da terör yandaşı olarak hüküm giydiklerine ilişkin pek çok örnek vardır. İtham edildiği suçla hiçbir bağlantısı olmayan kişilerin hüküm giyerek mahkûm olmaları hem işsiz kalmalarına hem de yaşadıkları ortamdan soyutlanmaları derin ruhsal bunalımlara neden olduğu biliniyor. Özellikle aydınlarımızın kendilerini özgürce ifade edememekten büyük sıkıntı ve rahatsızlık çektiğini gözlemliyorum, biliyor ve hissediyorum.
Vatandaş soru sorma hakkına sahip değil. Sayıştay’ın hazırladığı raporlarda belirtilen giderlerin kime, nereye ve hangi amaçla harcandığı açıklanmıyor. Olmaz öyle şey. Devlet her şeyden evvel vatandaşa hesap vermekle yükümlüdür. Bu paranın kaynağı nedir, nereden aldın, sat tığını iddia ettiğin mal nedir nereden getirdin ve bu mala nasıl sahip oldun?

Düşünebiliyor musunuz? AKP kurulduğunda kendisiyle iş birliği halinde olan kadroları bir göz önüne getirin bakalım. Onlardan bugün tek bir insan göremiyorum. Kimse kalmadı. Hepsini değiştirdi, yeni yeni insanlar getirdi, yeni kadrolar çıkardı ortaya. Ne ekonomide ne dış ne iç politikada ne diğer alanlarda görev yapan kuruculardan tek kişi kalmadı.

Mesela geçenlerde Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na büyük bir para cezası kestiler. Hala o cezayı ödüyor. Kılıçdaroğlu ne dedi? Erdoğan’ın ailesinden kimi fertlere bazı paralar gönderildiğini belgelemiş, bu paraların nerden, kimden ve hangi nedenlerle gönderildiğini sormuş Buna doğru dürüst cevap verilmesi gerekirken, sorunun yanlış sorulmuş olması nedeniyle dava açılıyor ve soru sahibi ağır para cezasına mahkûm ediliyor. Oysa soru sormak muhalefet liderinin hem hakkı, hem de görevidir. Bugün gazeteci yazar Mehmet Yılmaz da bu paranın kaynağını soruyor. Şirket kurduk diyorlar. Niye şirket kurmuşsunuz, şirketin sermayesi nereden geldi? Mal sattık diyorlar, hangi malı sattın. Malın ismini ver ne zaman sattın kime sattın. Vatandaşa hesap vermek gerekir.  Başka türlü ülkeyi yönetmek mümkün değil. Yolsuzluk varsa er ya da geç ortaya çıkar…

Cumhurbaşkanı anayasal olarak tarafsızdır. Parti başkanlığı rahatlığından yararlanarak HDP’ye küfretmekle, dinsiz demekle, bunların Zerdüşt dininden geldiğini söylemekle, onlara vatan haini demekle bu ülke idare edilemez. Bu tarz yönetimin ilelebet devam etmesi mümkün değil.  Nitekim HDP’nin parti olarak seçime girdiği 7 Haziran seçimlerinden sonra AKP artık tek başına hükümet kuramıyor. MHP olmasa ekseriyeti bulması mümkün değil. Hele yarattığı ekonomik buhran toplumda derin yaralar açtı. Bunun cevabını veremiyor. Niye paramızın değeri yüzde 20-30 oranında düştü ve Türkiye krize girdi. Bunun cevabı yok. Ama kabul etmek gerekir ki, güçlü bir hatiptir ve her seferinde yeni soyut bir gerekçe buluyor ve taraftarlarını oyalayarak konsolide ediyor. Birinde kaos çıktı diyor. Bu kaosu çıkaranlar memleketi mahvedecekler diyor ve bu düşünceyi aylarca işliyor. Bir diğerinde beka meselesini çıkarıyor. Eyvah diyor memleket yıkılıyor mahvoluyor. MHP ile birlikte halkı oyalayarak bugüne kadar geldi ama bunun ilelebet böyle sürmesi mümkün değil.

Düşünebiliyor musunuz? AKP kurulduğunda kendisiyle iş birliği halinde olan kadroları bir göz önüne getirin bakalım. Onlardan bugün tek bir insan göremiyorum. Kimse kalmadı. Hepsini değiştirdi, yeni yeni insanlar getirdi, yeni kadrolar çıkardı ortaya. Ne ekonomide ne dış ne iç politikada ne diğer alanlarda görev yapan kuruculardan tek kişi kalmadı. Partidekilerin ilk yaptığı program son derece güzeldir. Herkese güven ve umut veren bir programları var. Artık orada yazılı olanları kimse kale alınmıyor. Kendisi de parti programını yok sayıyor. Bugün AKP genel başkanın yani Sayın Erdoğan’ın ağzından çıkan söz kanun haline geldi. Kanun artık meclisin kabul ettiği metin değil onun direktifleridir. Uzun bir tarihi süreçten gelen, geniş bir kültür mirası olan Türkiye toplumunu bu tarzda yürütmek mümkün değildir.

HDP içerisinde bugün Türkiye solundan farklı isimler siyaset yapıyor. Hatta Kürtlerin ağırlığını kaybettiğini söyleyen ve bunu eleştirenler de var. Son seçimde HDP büyükşehirlerde aday çıkarmadı. Bu kararı CHP-İYİ Parti ittifakına fiili bir destek olarak yorumlandı. Sizce bu doğru bir politika mıydı?

HDP üyelerinin çoğunun Kürt ya da Türk olmasını önemsemiyorum. Benim önemsediğim, partinin gerçek anlamda çağdaş demokrasiden yana olup olmadığıdır. Diğer bir deyimle AB’nin Kopenhag kriterlerini esas alan çağdaş bir demokrasiyi benimsemiş olmasıdır. Böyle bir parti zaten Kürt meselesini de çözer. Demokrasiden sapmadıkça Kürt meselesini halletmeyi birinci görevi olarak benimsemek zorundadır. Türkler çoğunlukta olmuş azınlıkta olmuş önemli değil. Çünkü istenen çağdaş demokrasiyi Kürtlerin tek başına kurması mümkün değil. Kürtler Türkiye’de böyle ileri bir demokrasiyi kurabileceklerini ve kendi sorunlarını tek başlarına çözebileceklerine inanıyorlarsa hata ediyorlar. Çünkü bu mümkün değildir. Güçleri yetmez. Türkiye’de çağdaş bir demokrasinin kurulması için mücadele edecek parti mutlaka demokratik bir Türkiye partisi olması gerekir. Türklerin ve Kürtlerin birlikte kuracağı bir parti olmalıdır. Ama andığımız demokratik Türkiye partisinin içinde mutlaka Kürt özgürlük hareketi de yer almalıdır. Çünkü Kürtler olmadan, onların talep ve görüşleri, istedikleri haklar programlaşamaz ve yaşama geçmesi kolay olmaz. 

Benim önem verdiğim ortak demokrasi anlayışıdır. Partide, sayısal olarak Türkler çok Kürtler az diye bir problemin yok. Bir diğer konuda sözü edilen çağdaş demokratik Türkiye partisindeki tüm üyelerin parti programını benimsemiş olmaları ve ilkelerinin yaşama geçmesi için içtenlikle mücadele etmeleridir. Yani ayrı bir partide örgütlenerek Kürt partisini desteklemek tarzında bir politika izlenmemelidir. Herkesin ortak bir programı benimseyerek birlikte çalıştığı tek bir örgüt içinde hareketin başarısı için çalışma koşulunu kabul etmesi gerekir. Bugün olduğu gibi bağımsız sol partilerin kendi programları doğrultusunda ayrı bir siyaset için çalışırken, seçimlerde HDP’yi desteklemekle ileri bir demokrasinin kurulması mümkün değildir. Bu, Türklerin ve Kürtlerin ortak Türkiye partisi olmaz. Geçici iş ve eylem birliği dayanışma siyaseti olur. Bu tarz bir çalışma ile AB normlarında çağdaş bir demokrasi mücadelesi yapılamaz. Bu perspektifi benimseyen herkesin tek bir program etrafında toplanması ve münhasıran bu programın başarısı için çalışmayı prensip olarak kabul etmesi gerekir. Ayrı sol siyasal partilerin Kürt partisiyle geçici işbirliği ne demokratikleşmeyi ne de Kürt sorununun çözümüne katkı yapar.

HDP’nin seçimler için dışarıdan destek alarak gelişmesi mümkün değildir. Farklı sol partilerde mücadele etmek yerine aynı istikamette mücadele eden bütün partilerin bir araya gelerek ortak bir program yapmaları ve tek bir partide toplanmaları mümkündür. Böylece başarı şansı yüksek daha güçlü ve daha etkin bir Türkiye partisi oluşturulabilir. Aksi halde bugün olduğu gibi soldaki partilerin tümü güdük kalır ve gelişemez. Çağdaş demokrasi perspektifine bağlı her siyasal hareket kuracakları ortak Türkiye partisinin programına dilediği ilkeleri tartışıp anlaşarak koyma imkânına sahip olmalı. Böylece demokrasi anlayışı daha kapsayıcı ve herkesi tatmin edecek,  çoğulcu bir parti oluşturmak mümkündür. Bu tarzda örgütlenecek bir partinin, onlarca küçük sol partilerin her birinden daha güçlü ve daha başarılı olacağı açıktır.  

Bugün Türkiye’de geçerli iki siyasi çizgi var. İlki statükocu olan çizgidir. Mevcut durumu koruma ve sürdürme yanlısıdır. AKP, MHP, İYİ Parti, hatta devrimci geçinen Kemalist CHP dâhil önde görülen partilerin tümü birinci gruba giren statükocu partilerdir. Ayrı adlar altında farklı örgütlermiş gibi siyaset yapmaları tolumun değişim ve ilerleme arzusunu önlemeye dönük kapitalist bir stratejisidir. Bütün kapitalist ülkelerde geçerli olan evrensel bir yöntemdir. Bunlardan kiminin ırkçı milliyetçiliği, kiminin inancı (Müslümanlığı), kiminin sözde sosyal adaleti ön planda savunur görünmesi bir aldatmacadır. Özünde tümü birden kurulu sermaye düzeninden yana ve değişime karşıdır.  Statükocu siyasetin karşısında yer alan ikinci çizgideki siyaset türü ise ilerlemeci ve değişimci siyasettir.

Yukarıda saydığımız statükocu partiler karşısında, gelişmeden ve ilerlemeden yana olup da mecliste temsil edilen tek parti HDP’dir. Keza Türkiye’deki ilerlemeci sol partiler arasında temsil kabiliyeti yüksek ve güçlü olanı da HDP’dir. Türkiye’de Sosyalist devrim stratejisini benimseyen onlarca sol parti var. Programatik olarak ilerici ve gelişmeci olmalarına karşın, temsil olanakları olmayan güçsüz örgütlerdir. Düzen partilerini ve iktidarı rahatsız edecek etkinlikleri yoktur.  Her hangi bir müdahaleye maruz kalmadan sessiz,  sedasız varlıklarını sürdürmektedirler. Örneğin Sovyetlerin iktidar yıllarında Türkiye’de komünizm sözcüğü bile yasaktı. Sovyet rejimini övücü sözler söylemek ağır cezalık suçlardandı.  Ama şimdi serbesttir. Türkiye’de bir değil, birkaç komünist Parti ve komünist eğilimli sol partiler var. İstediğin kadar kur. Hiç kimse itiraz etmiyor. Üstelik sol partilerin varlığı bugünkü totaliter rejimin yararına bir hava oluşturmakta… Ve dünya kamuoyunda da komünist partilere bile olanak tanıyan bir rejim olarak övgü almaktadır.  

Varlıklarıyla tek adam rejimine dolaylı destek sağlayan bu partileri şahsen statükocu partilerin karşısında, ilerlemeci bir güç olarak görmüyorum. Oysa HDP statükocu partileri ve iktidarı rahatsız edecek güçlü bir siyasal partidir. Kadrolarını genişletmek, kamuoyunda tanınan Türk bilim ve siyaset adamlarını parti saflarına katmak için çaba göstermek gerekir. Örneğin Oya Baydar, Prof. Büşra Ersanlı, Prof. Baskın Oran,  Hukukçu Rıza Türel vb. demokrasi tutkunu şahsiyetleri HDP mutlaka kazanmalıdır. Bu şahsiyetler hem düşünsel planda partinin gelişmesine katkı sağlar hem de kamuoyunda egemen çevrelerin dışlayıcı etkisini bertaraf edecek olumlu bir imaj yaratabilirler. Partinin başarı sağlayarak iktidara gelmesi ve Türkiye’nin beklediği yüksek bir gelişme ve kalkınma seviyesine ulaşması için de ülkemizin demokrasi yanlısı tüm şahsiyetlerini kazanması şarttır. 

Ana muhalefetin yetersiz kaldığını ifade edenler var. Siz ne düşünüyorsunuz CHP gerçekten yetersiz mi?

CHP’nin ana muhalefet partisi olarak görevini tam olarak yaptığına inanmıyorum. Çünkü takip ettiği strateji ile Türkiye’nin Kurulu düzenini yani statükoyu değiştirme amacı olmadığı açıktır. Tek amacı Recep Tayyip Erdoğan’ı aşağı indirmektir. Erdoğan’ın aşağı inmesi bir bakıma tek adam rejiminin son bulmasını kolaylaştırabilir, ama tek adam rejiminin son bulması yeterli değil. Demokrasinin özünü kavrayarak, çoğulcu bir demokrasi için mücadele etmesi gerekir. Partide böyle bir yaklaşım yoktur. CHP’nin biçimsel bir demokrasiden yana ve çoğulcu bir demokrasiye karşı olduğu bilinmektedir. Eşit haklı vatandaşlığı özde değil, sözde savunuyor. Onun belirleyici ideolojisi Kemalizm, yani ulusalcılık (milliyetçilik)tır. CHP, kurulurken benimsediği ideolojiyi bugün de sürdürmektedir. Bir yüzyıla yakın bir süreden beri dünyada ve Türkiye’de önemli değişiklikler olmasına karşın CHP’nin düşünce yapısında milim değişiklik olmadı. CHP kadrolarının gözünde 1923’ün dünyası ve Türkiye’si olduğu gibi devam ediyor. Onların gözünde Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu gün, dünya ve Türkiye donmuştur. Her türlü değişikliği reddetmektedirler. Onların nezdinde en küçük bir değişiklik Kemalizm’e ve ulusçuluğa karşı bir darbedir. Rejim düşmanlı ğıdır. Tüm bu nedenlerle kimi iddiaların aksine benim nazarımda CHP ilerici değil, tutucu ve statükocu bir partidir. Sosyal demokratlığı da kendinden menkul boş bir söylemdir.

Türkiye’de Kürt sorunun çözüleceğine inanıyor musunuz, çözülürse nasıl çözülmeli?

Kürt sorunu ancak ileri boyutlu bir demokrasi içinde, Kürtlerin ve Türklerin özgürce tartışabildikleri bir ortamda çözülebilir. Hem tarihi geçmişi ortaya koyup yargılayarak hem de bugünkü dünya koşullarında medeni ülkelerin kendi ulusal sorunlarını nasıl çözüldüklerini tartışarak bir çözüme varmak mümkündür. İleri bir demokraside çoğulcu ulus kavramının ve eşit haklı vatandaşlığın nasıl tanımlandığı ve bunun Türkiye versiyonunun nasıl olması gerektiği konuları tartışılarak Kürtlerin demokratik talepleri karşılanabilir. Her şeyin başı yukarıdan beri tanımlaya geldiğimiz çağdaş bir demokrasinin kurulmasıdır.  Bugün fiilen uygulandığı gibi makul vatandaş ve gayrimakul ikinci sınıf vatandaş ayırımı yapılarak Kürt sorunu çözülemez ve devlet yönetilemez. Türkiye’de herkes eşit vatandaş olmalıdır. 

Hiç kimse inancından ve ırksal özelliklerinden dolayı ayırıma uğramamalıdır. Bu ilke sadece sözde veya yazılı metinlerde kalmamalı…  Yaşamın her alanında ve herkese eşit biçimde muamele edilmelidir. Oysa herkes sözde ve kanunlarda eşit sayıldığı halde uygulamada herkes eşit değildir. Örneğin bugün bana Kürtlüğünü beyan etmiş, Kürt olarak tanınan bir general ya da Ermeni olduğu bilinen bir vali gösteremezsiniz. Ayrım yapmadan her dinden ve her ırktan vatandaşların yeteneklerine göre en üst makamlara gelebilmeleri ancak AB normlarında ileri bir demokrasinin kurulup işletilmesiyle mümkün olur. İşte Kürt sorunu da ancak bu somut şartlar gerçekleşince çözülür. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun muteber vatandaşı Müslüman Kürtler, Cumhuriyet döneminde tek kültürlü ulus/devlet kurulduktan sonra itibarsız azınlıklar konumuna düştüler. Yeni dönemde kurulan ulus/devlet bir Türk devletiydi. Bu devlette başka dinden ve başka ırktan olanlara yer yoktu.  Devletin kurucuları arasında yer alan pek çok yönetici bunu açıkça ifade etmiştir.

Çağdaş bir demokrasinin her şart ve koşulda eksiksiz biçimde uygulanabilmesi ancak demokrasiyi özümseyen kadrolarla mümkündür. En iyi anayasalar bile demokrasi bilinci olmayan, üstelik kötü niyetli yöneticilerin elinde paspasa dönebilir. Demokrasinin tam ve eksiksiz işleyebilmesi için hukukun üstünlüğüne inanmış, demokrasi bilinci yüksek yöneticilere de ihtiyaç var. Demokrasi gelişirken bilinçli ve bilgili kadroların yetiştirilmesi de büyük önem arz etmektedir. 

Geçenlerde beni bir arkadaş ziyaret etti. Çocuğu üniversiteyi yeni bitirmiş, mühendis olmuş. Devlette açık bir göreve talip oluyor. Uzun bir tahkikat sonunda ilgili makama “ Kişinin mensup olduğu ailenin özellikleri nedeniyle kendisine devlet görevi verilmesi uygun görülmemiştir” ifadelerini taşıyan gizli bir rapor gönderilmiş ve hayata yeni atılan genç bir kişinin iş talebi reddedilerek,  gelecek umudu söndürülüyor ve hayatı karatılıyor. Bu olmaz. Devlet böyle yönetilmez. Gizli polis raporlarıyla hiçbir günahı ve suçu olmayan masum bir gencin hayatını karartan devlet uygulaması olmaz, olmamalıdır. Kimse anasından suçlu doğmaz. Hiç kimseye mensup olduğu aile hakkındaki menfi düşünceden dolayı şüpheli ya da gelecekte suç işleyecek insan muamelesi yapılamaz ve de yapılmamalıdır. 

Eskiden Osmanlı döneminde padişahın tebaası, millet-i hâkime ve millet-i mahkume diye ikiye ayrılırdı. Müslümanlar  ‘millet-i hâkime’ sayılırdı. Kürtler de Müslüman oldukları için millet-i hâkime grubuna girmekteydi.  Medreselerdeki Kürt âlimleri Osmanlı’nın en muteber insanlarıydı. Devlet merkezine (İstanbul) davet edilir kendilerine en yüksek mertebede görevler verilirdi.  Buna mukabil gayrimüslim tebaa ‘millet-i mahkume sayılırdı. Bunlar da kendi bölgelerinde padişaha bağlılıkları oranında görev alırlardı. Bugün hala asırlar öncesi tebaanın tabi olduğu uygulama devam etmektedir. Kürt olduğunu gizleyerek Türkleşmiş Kürtler, haklarında olumsuz bir haber çıkıncaya kadar devlette en yüksek mevkilere çıkabilmektedirler. Kürtçe konuşan ve Kürt olduğu bilinen kişiler ise her zaman dışlanmakta ve devlet görevinde çalışmaktan yoksun kalmaktadırlar.

Osmanlı İmparatorluğu’nun muteber vatandaşı Müslüman Kürtler, Cumhuriyet döneminde tek kültürlü ulus/devlet kurulduktan sonra itibarsız azınlıklar konumuna düştüler. Yeni dönemde kurulan ulus/devlet bir Türk devletiydi. Bu devlette başka dinden ve başka ırktan olanlara yer yoktu.  Devletin kurucuları arasında yer alan pek çok yönetici bunu açıkça ifade etmiştir. Örneğin Atatürk döneminin Adalet bakanı Mahmut Esat Bozkurt 1930’da Ödemiş’te yaptığı bir konuşmada şunları söylüyor: “ Biz Türkiye denilen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. ‘Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır: hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman ve hatta dağlar bu hakikati bilsin”. (Ömer Vehbi Hatipoğlu, Bir başka açıdan Kürt sorunu, s: 25)

Öğrencilik yıllarından başlayarak siyasetle ilgilendim. Bilinçli siyaset yapmaya başladığımdan beri de hep statükoya karşı ve gelişmeden yana oldum.  Günün koşullarına göre demokratik gelişmeye katkı yapacak tarzda siyaset yaptım. Hangi parti demokrasiden yanaysa onun saflarında yer aldım. Örneğin 1946’da ilk muhalefet partisi olarak kurulan Demokrat Parti (DP) için çalıştım. 1957’de ise DP tahkikat komisyonu kurduğu, devlet radyosunu kendi tekeline aldığı ve özerk kurumlara müdahale ettiği, özgürlükleri kısıtladığı ve gazetecileri mahkûm ettirdiği için ona karşı demokratik hukuk devletini savunan CHP’ye katıldım. 27 Mayıs askeri darbesinden sonra CHP giderek statükocu bir çizgiye savrulunca, arkadaşlarımla birlikte CHP’den ayrılıp yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katıldık. 

Özetle ömrüm boyunca statükoya karşı daha ileri bir demokrasi ve toplumsal gelişme için mücadele ettim. Ama ne acıdır ki Türkiye’de muhalefetteyken umut veren partilerin iktidarda geldikten bir süre sonra adım adım demokrasi dışına çıktıklarını ve hukuk devleti kurallarını çiğnediklerini, çıkar çevrelerinin hizmetine girdiklerini görüyoruz. Bu olumsuz gidişat karşısında da her seferinde yeniden demokrasiyi ve hukuk devletini savunmak için muhalefet yapmam gerekiyor. Artık adım devlet muhalifi olarak kayıtlara geçmiş. Örneğin yeğenlerimden biri devletten görev istediğinde yapılacak güvenlik soruşturmasında benimle olan akrabalık münasebeti ne istinaden talebinin reddedileceği kesindir.  

“İLK KÜRT OLDUĞUMU ÖĞRENMEM BENİ ÇOK MUTLU ETTİ”

İktidara geçen partiler kısa bir süre sonra egemenliklerini sürdürmek için muhaliflerine karşı, başta MİT olmak üzere devletin güvenlik güçlerini iktidarın egemenlik ve baskı aracı haline getirmektedirler. Demokratik devlet polis devletine dönüşüyor. Artık iktidarın nezdinde hiç kimse masum değildir, herkes suçlu olabilir anlayışı hâkim olmaktadır. Anayasadaki masumiyet karinesi ortadan kalkıyor. Kişilerin kaderi İçişleri Bakanının Genel Bilgi Toplama (GBT)’ya istinaden vereceği rapora bağlıdır. Son zamanlarda aday olmak ya da seçildikten sonra göreve başlamak için kişinin GBT’sinin olumlu olması kuralı benimsenmekte. Yapılan açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla GBT’si olumsuz belediye başkanları görevden el çektirilecek ve yerlerine kayyum atanacaktır. Yakın bir gelecekte özellikli Güneydoğu’da Belediye Başkanlarına GBT üzerinden işlem yapılmasını görmek şaşırtıcı olmaz. Bu gidişle Türkiye tedricen Otoriter bir polis devleti ne dönüşmekte...

Faili meçhul bir cinayete kurban giden sevgili kardeşim Av. Yusuf Ekinci’nin cenazesiyle karşılaştığım an çektiğim acı, acıların en büyüğüydü. Yazıhanesinden alınıp arabasıyla Ankara Gölbaşı ilçesine götürülerek katledilen kardeşim Av. Yusuf Ekinci’nin cenazesini teşhis etmek için gittiğim Adli Tıp morgunda onun musalla taşına yatırılmış cenazesini görmek bana dünyanın en büyük acısını yaşattı. Böyle bir acıyı bir daha asla yaşamak istemediğim gibi, başka hiç kimsenin de yaşamasını istemem.

Sizi fazla yorduk bağışlayın lütfen. Bir iki tane de özel soru sormak istiyorum. Hayatınızda sizi en çok mutlu eden gelişme neydi?

Türkiye’nin demokratikleşme yolunda attığı adımlar ve Kürt meselesinin tartışmaya açılması beni mutlu eden gelişmelerden biriydi. Eskiden sorunlarımızı tartışmaya hakkımız yoktu, herkesin içinde ortalık yerde Kürtçe Konuşma olanağımız da yoktu. Mesela ben, liseyi bitirip üniversiteye gelene kadar hiçbir yerde Kürt olduğumu Kürtçe konuştuğumu söyleyemezdim.  Zaten Kürt Türk farkını da pek bilmiyordum.

Yani ilk Kürt olduğunuzu hatırlamanız sizi mutlu mu etti?

Evet son derece mutlu oldum. Bakın ben Dicle talebe yurduna gidip geliyordum. Orada Mustafa Remzi Bucak, Faik Bucak vb. Kürt milliyetçisi olarak bilinen şahsiyetler vardı. Daha sonra, Musa Anter geldi. Bir gün oradaki arkadaşlardan birisi bana bir dergi gösterdi. Dergiyi açtı ve bana oku dedi. Hayatımda ilk defa Kürtçe basılmış bir dergi görüyordum. Açtım, gerçekten dergi Kürtçe. Suriye’den geliyor Hawar (Celadet ve Kamuran Bedirxan kardeşlerin Suriye’de çıkardıkları Kürtçe dergi)  isminde bir dergi. O dergiyi okumaya çalıştım, alfabeyi de bilmiyorum. İlanlar falan var. Kürtçe dergi çıkıyor, Kürtçe yazı yazılıyor… 

Bu olay beni müthiş heyecanlandırdı, gayri ihtiyari gözlerim yaşardı. O güne kadar Kürtçe yazı yazıldığından haberim yoktu. Bize öğretilen şuydu: Köylüler Kürtçe konuşur, şehirliler de Türkçe. Dil farkı şehirli ya da köylü olmaktan kaynaklanan bir olaydır deniyordu.

Hayatınızda keşkeleriniz oldu mu hiç, mesela keşke yaşamasaydım dediğiniz bir anınız var mı? 

Çok. Cezaevinde gözlerimin önünde yapılan işkencelere tanık oldum. Mesela benim bulunduğum koğuşta (gardiyanlar)askerler toplu olarak koğuşa girip yüksek sesle çağırıyor: “Öğretmenler hemen gelsin!” diyorlardı. Koğuşta ne kadar öğretmen varsa hepsi mecburi öne çıkıyor. Ben öğretmen değilim diyemezsin çünkü kayıtlar var. Öne çıkan 15-20 öğretmen önce yere yatırılıyor ve daha sonra saatlerce dövülüyorlardı. Feryatları arşı alaya çıkıyordu. Öğretmen olmayan bizler de hiçbir şey yapamamanın acısını yaşıyorduk. Bu, çok acı veren, alçaltıcı ve onur kırıcı bir sahneydi. Senin gözünün önünde insanlar feci şekilde dayak yiyor ve sen yüzün duvara dönük kımıldamadan duruyorsun.  Bundan daha büyük bir acı olur mu? 

“BUNDAN DAHA BÜYÜK ACI OLAMAZ”

İşkenceye maruz kaldığında senin çektiğin fiziki acı başkadır, bu alçaltıcı acıya benzemez. Başkasına yapılan işkenceyi zorla seyretmek, acı çekmekten öte, insanı küçültür, kişiliksizleştirir. Şimdi benim gözümün önünde seni almışlar yere yatırmışlar ve seni dövüyorlar. Tekmeler, tokatlar Allah ne verdiyse vuruyorlar ve ben de hiçbir şey yapmıyorum. İnsan isen, bundan daha büyük acı olamaz. Bunlara şahit oldum.

Benzer başka anınız var mı? 

Evet. Faili meçhul bir cinayete kurban giden sevgili kardeşim Av. Yusuf Ekinci’nin cenazesiyle karşılaştığım an çektiğim acı, acıların en büyüğüydü. 

Yazıhanesinden alınıp arabasıyla Ankara Gölbaşı ilçesine götürülerek katledilen kardeşim Av. Yusuf Ekinci’nin cenazesini teşhis etmek için gittiğim Adli Tıp morgunda onun musalla taşına yatırılmış cenazesini görmek bana dünyanın en büyük acısını yaşattı. Böyle bir acıyı bir daha asla yaşamak istemediğim gibi, başka hiç kimsenin de yaşamasını istemem.

Son olarak 94 yıllık ömrünüzde geriye dönüp baktığınızda çok yapmak isteyip de yapamadığınız bir şey oldu mu?

Aydın Güven Gürkan’la giriştiğimiz Yeni Oluşum hareketi bir Türkiye partisi girişimiydi. Başarısız olmasından derin üzüntü duydum. Kürtlerin ve Türklerin ortak bir Türkiye partisi kurmaları en büyük dileğimdir. Aradan yaklaşık 30 yıl geçti. O günden bugüne kadar hep mücadele ettim. En büyük hayalim, içinde Kürt özgürlük hareketinin de yer aldığı güçlü ve etkin bir Türkiye partisi kurmaktır. HDP’nin bu yönde atılmış doğru bir adım olduğunu görüyor ve umutlanıyorum. Bugünkü HDP arzuladığım siyasal örgüte en yakın olanıdır. Ama tam anlamıyla istediğim bir parti olduğunu söyleyemem. Zaman içinde hayal ettiğim güçlü bir Türkiye partisine evirilmesini yürekten temenni ediyor ve bekliyorum. AKP’nin HDP’yi soyutlama ve dışlama çabalarına karşın HDP’nin dimdik ayakta durması büyük bir başarıdır.

Tarık Bey değerli zamanınızı ayırıp bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. 

Ben teşekkür ederim, başarılar diliyorum.
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU