Dicle Vadisi'nde bir kral kızı

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

1990-91 eğitim öğretim yılında Sivas’a bağlı Şarkışla Otluk Köyünde birleştirilmiş sınıf okuturken tayin isteğim Bakanlıkça olumlu görülerek yeni görev yerim Diyarbakır Eğil ilçesi Matmur Köyü olmuştu artık. 

İlk görev yerim olan Aşık Veysel'in memleketi olan Şarkışla'ya bağlı köyden pılımı pırtımı toplayarak, bildiğim, tanıdığım Diyarbakır'a döndüm.

Diyarbakır, üniversiteyi okuduğum, umuda yelken açtığım, birçok sevinci, acıyı yaşadığım, bahar mevsiminde sancılandığım, sokaklarında kadim sesler duyduğum bir şehirdi.

Yeni görev yerine gitmek için il ve ilçe milli eğitime ve oradan da köye gitmem gerekiyordu.

Öyle de yaptım. O güne kadar hiç gitmediğim Eğil'e minibüsle gittim ve gerekli yazıları verdikten sonra köye nasıl gideceğimi sordum.

Bana iki yol gösterdiler.

Ya Diyarbakır'a bağlı Ergani ve Dicle ilçeleri üzerinden araçla ya da Eğil ilçesinden Dicle Nehri üzerinde bulunan asma köprüyü kullanarak yaya gidecektim.
 

img047.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Araçla gitmek demek, Diyarbakır’a geri dönüp, minibüsle önce Ergani’ye, sonra Dicle İlçesine ve oradan da başka bir araçla köye gitmek anlamına geliyordu.

Köy, Dicle Nehri’nin öte yakasında olmasından kaynaklı yol bayağı uzuyordu. 

Bu nedenle daha kısa olan yolu,  asma köprüden yaya gitmeyi tercih ettim. 

Eğil, 1990 yıllarında küçük bir kasaba görünümündeydi. Şehir merkezi üç beş resmi binadan ve küçük bir çarşıdan ibaretti. 
 

img048.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş


Bana yoldaşlık yapacak öte yakada oturan bir köylüyle doğuya, Dicle Nehri'ne doğru yola koyulduk.

Elimde kırık bir Zennit 12 fotoğraf makinesi, sırtımda çanta 1 saatten fazla yol arkadaşımla sohbet ede ede yol aldık.

Eğil Kalesi'nin kıyısında başlayan patikadan önce asma köprüye, oradan da karşı yakaya giden yolu takip ettik.

Köprü bittiğinde, karşımızda devasa bir kayalık, duvar gibi yükselen bir patika yol çıktı.

Hiç abartmıyorum, yol o kadar dikti ki, yer yer demir kancalar çakılmış olduğunu gördüğümde, bir an geri dönmeyi düşündüm. Devasa kayaları görünce ürkmedim desem yalan olur.

Neyse ki yol arkadaşımın sayesinde çok zor bir tırmanıştan sonra kayalıklar üzerinde kurulan ve adını hatırlayamadığım bir köye ulaştık.

Köy, Dicle Vadisinin en tepesinde kurulmuş. Hepsi kara taşlardan inşa edilmiş, toprak damlı evlerdi.

Benim görevlendirildiğim köy ise daha ilerde ve beş kilometre daha uzaktı.

Yola bundan sonra bana yoldaşlık eden köylünün yeğeni olan gençle devam edecektim. Yol arkadaşım beni yarı yolda bıraktığı için üzgün olsa da, yanıma yeğenini vererek, durumu düzeltme yoluna gitmişti. 

Yol meşelikler içinden kıvrıla kıvrıla ilerliyor, ağaçlarda sonbahar havası var.

Bağ bozumu dönemi, herkes dışarda, bağda bahçede. Çevre dağlık. Dicle ip gibi akıyor aşağılarda.

Bağ çok, badem ağaçları düşünemediğim kadar…

Ve meşelikler boy vermiş her kayanın altında.

Kan ter içinde köye varıyoruz. Bana rehberlik yapan genç köye girmek istemiyor. Aralarının pekiyi olmadığını anlıyorum.

Bu nedenle kendisine teşekkür edip, köyüne geri dönmesini anlayışla karşılayarak, onu yolculuyorum.

Köy sessizlik içinde olsa da, bağlardan insan sesleri yükseliyor. Ben de köyün içinden tedirgin bir şekilde ilerleyerek okula varıyorum.
 

img044.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Beni gören çocuklar bana doğru koşarak, çevremi sarıyorlar meraklı gözlerle. Bunu fırsat bilerek muhtarı soruyorum. Malum muhtar köyde devletin temsilcisi. 

Muhtar bağdaymış, birkaç dakikaya okulun anahtarını bir çocuk getirip bana uzatıyor. Çevremde birikenlerin yaş ortalaması da giderek yükseliyor.

Biraz daha yaşça büyük çocuklar çevremde birikiyor. Meraklı bakışlar, tedirgin gözler ve susarak beni gözlemleyen kalabalık bir grup oluyoruz kısa sürede.

Okul adeta bir cezaevini andırıyor.  Kalın taş duvarlar, demir kapı ve bütün pencereler demir kepeneklerle kapatılmış olması bana tuhaf geliyor.

Sınıf boş, birkaç sıra dışında pek bir şey yok. Okul açılmış ama sanırım öğretmen hiç gelmemiş, ya da gelmiş ama hiç durmamış.

Neyse o başka mesele…
 

img053.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Taş duvarla yapılan okulun tek sınıfı ve daracık lojmanını gördükten sonra köyde kalıp kalmayacağımı düşünürken,  dönüş yoluna düşmek için adım atacaktım ki, muhtar geliyor. Tanışma faslından sonra biraz rahatlıyorum.

Köyün geneli Zazaca konuşuyor. Türkçe bilen tek tük insan var. "Ben de Zaza'yım" deyince seviniyorlar. Gülüşüyoruz hep birlikte.

Her nedense bir öğretmenin kendi dillerini bilmeleri tuhaf geliyor onlara.
 

img041.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Muhtar dahil okuma yazma bilen yok aslında. Ama usul yerini bulsun diye bir kaçının okuma yazma belgesi varmış.

Okuryazar olmayanlar korucu olamadıkları için halk eğitim bütün yıl sınav açarak belge veriyormuş.

O gün misafirleri oldum, ertesi gün ise lojmana yerleşmek ve ihtiyaçlarımı almak için geri dönmek üzere yola koyuldum.
 

img042.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Bu kez köylülerin Bostan Kers diye adlandırdığı bölgede bulunan patikalardan ilerledik.

Ben köprüden geçeceğimizi düşünürken, Dicle'nin en sığ alanından yaya geçeceğimizi söyledi rehberim.

Korktuğumu belli etmesem de, duygularım yüzüme yansımış olacak ki rehber şöyle söyledi;

Mamorte me ters. Aw tayna, dana saqara.

(Öğretmen korkma, su az, ancak dize kadar geliyor)


Biraz rahatlasam da yüzme bilmediğim için içimde tedirginlik büyüyordu. Bir süre yürüdükten sonra gerçekten de oldukça sığ ve yavaş akan bir dar yere geldik.

Rehberim "Buradan geçersek, yolumuz kısalır" deyip, ayakkabılarını ve çoraplarını çıkarıp, suya girerek ve bana da gelmemi işaret ettikten sonra suda ilerlemeye başlıyordu.
 

img051.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Ben de aynısını yaparak, çaresiz ayakkabılarım elimde suya giriyorum. Ama yüreğim ağzımda. Ya suyun altında çukurlar olursa, ayağım kayarsa gibi vesveselerle ilerliyorum.

Su ortalara doğru daha hızlı akıyor ve biraz derinleştiğini hissedince iyice paniklesem de ilerlemeye devam ederek, kısa zamanda karşıya ulaşıyorum.

Suyu geçince derin bir nefes alıp ve geriye dönüp geldiğimiz yola bakıyorum. Suyu yaya geçtiğimiz yerin Dicle olup, olmadığını sorguluyorum kendi kendime.
 

img049.jpg
Fotoğraf: Şeyhmus Çakırtaş​​​​​​​


Islanan ayaklarımızı kuruttuktan sonra biraz dinlendikten sonra yola devam ediyoruz. Çünkü bu kez Eğil Kalesi’ne doğru ilerleyen sert bir yokuşu tırmanacaktık.

Yol bildiğimiz patika. Sağlı sollu uçurumlar ve kayalar. Neyse ki gidiş kadar sarp değil. Biraz daha kolay bir yol.

Bir süre sonra Eğil Kalesi’ne varıyoruz. Yol biterken 'Kral Kızının' kabartmasının olduğu alana varıyoruz. Orda biraz soluklanırken bu kabartmanın bir özelliğinden bahsediyor yol arkadaşım.
 


Güneş batarken ancak bir dakika kadar görünürmüş. Binlerce yıllık bir kabartma. Gündüz devasa bir kayaların arasında sıradan bir kayanın yüzeyi gibi görünürken, akşam güneşinde kısa süreliğine bütün ihtişamını ortaya çıkıyormuş.

Pek inanmadım ilk söylendiğinde.

Bir süre sonra gün batımında Kral Kızı kabartmasının ortaya çıkışına tanıklık ettiğimde şaşırıp kalmıştım. Hayranlıkla izlediğim o kabartma hala her güneş batışında insanlara görünüp, kayboluyor.
 


Aradan 30 yıl geçti.

Geçtiğim yollar, uçurumlar ve Dicle Vadisi, Bostan Kers  yok artık. Her şey değişti. Köyler boşaltıldı, baraj suları vadiyi yuttu.

Baraja da Kral Kızı Barajı adını verdiler. Binlerce dönüm arazi, onlarca köy ve yüzlerce çeşit bitki sular altında kalarak tarihin karanlık tünelinde yok oldu.

Geriye birkaç siyah beyaz fotoğraf ve insanın içini acıdan anılar…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU