Nehrin dudağı

Vahdettin İnce, Independent Türkçe için yazdı

Malum pandemi, onun getirdiği yeni normal (sanki eski normal çok normaldı), dilimize pelesenk olan bulaş (ifrit oluyorum bu kelimeye, en az ‘katılım sağladım’ kadar. Eşek arısı soksaydı daha iyiydi), kısıt (inşallah bir gün bir kuytuda kıstırırım seni) ve daha bir sürü anlam yoksunu kısır kelime. Her gün ekranlardan akan turkuaz ölüm listeleri…iç karartıcı. Ve tabi bir canavar gibi uğuldayan başka gündemler…Doğu Akdeniz muharebeleri, mavi vatan, gök vatan, uzay vatan savaşları (bu arada evdeki bulgura dikkat ediyorsunuz değil mi?)…Biden muamması, Suriye savaşı, Irak çalkantısı ve Papa gezmeleri, pul cenkleri…Kulakları sağır eden bu siyasal gündemden sıdkım sıyrılmıştı…şöyle mütevazı bir dere gibi ılgın ılgın akan dingin bir hayattı beklediğim oysa. Uğultusuz, bulaşsız, kısıtsız…ince dudaklı (sebebini birazdan anlatacağım)…

Nitekim bu amaçla Youtube üzerinde yayın yapan KurdTube kanalında Prof. Dr. Abdullah Kıran hoca ile "Şerê Peyvan" (Kelime savaşları) adlı bir program yapıyoruz. Kansız, yarasız, beresiz, kalkansız, kılıçsız, göçmensiz, ırkçısız…kelime savaşları. Yürek ferahlatıcı…Kulakları sağır eden uğultusuyla siyasal gündemin ötesine taşıyan bir köprü işlevini görüyor program (derme çatma da olsa).

Abdullah hoca geçenlerde "axlêve" diye bir kelime attı ortaya. İlkbaharda karlar erimeye başlayınca ilk olarak dere ve nehir kenarları açılır ve toprak görünür ince, narin bir dudak gibi. İşte derenin veya nehrin dudağı gibi açılan bu yerlere axlêve (dudak toprak) deniyormuş bazı bölgelerde, özellikle Kafkas Kürtleri arasında. Bu kelimeyi duyduğumda geçmişe, köydeki çocukluk yıllarına gittim. Pandemi ile birlikte tıkıldığım (bir gün buna da tıkı derler mi derler valla) bu sıkıcı ev ortamında gönüllü olarak hayalin kanatlarına tutundum.

Karlar iyice erimişti. Axlêve dönemi de geride kalmıştı. Köyün arkasındaki vadide her zaman uslu uslu akan derecik dağlardan gelen kar sularıyla birlikte günden güne artacak şekilde deli delişmen akmaya başlamıştı. Dudakları da iyice büyümüştü. Ama hala geçit veriyordu. Bu dönem bizim oralarda dağlarda mantar (karî), yaban havucu (gizêr) ve adına Xîp dediğimiz ve Türkçesini hala bilmediğim havuç gibi, kergexan dediğimiz bir tür çapa ile topraktan çıkarıp kökünü yediğimiz lezzetli küçük bir yabani sebzeyi toplamaya çıkardık. Özellikle tandırın ateşinde kızarmış bir teneke parçasının üzerine tuzlanarak konulup pişirilen karînin tadına doyum olmazdı.

Derenin üzerinde köylülerin ahşaptan yaptıkları yıkıldı yıkılacak gibi duran derme çatma bir köprü vardı. Sabahleyin erkenden ablamla birlikte hala geçit veren derenin üstündeki bu köprüden geçerek mantar, havuç ve xîp toplamaya gittik. Derenin normalden daha çok çıkan uğultusunu geride bırakmıştık. Sergir denen yerde mantar, havuç ve xîp açısından gerçekten mümbit bir alana denk geldik. Ve bugünlerde kullanılan sırt çantasına, ama daha çok askerlerin melbusat torbasına benzeyen "hevan"larımızı doldurduk. Bu arada ablamın benden çok gizêr bulup elindeki kergexan ile çıkarmasına içten içe kızdığımı da hiç unutmuyorum. Abla, ben neden bulamıyorum, dediğimde "Mam Uzeyro/ bila gizêro/ber min dero" (Üzeyir amca/ havuç/karşıma çıksın) dersen sen de bulursun, demişti. Kaç kere söyledim bilmiyorum ama gizêr bulma hususunda o gün pek talihsiz olduğumu hatırlıyorum. Üzeyir amca o gün bana karşı pek cimriydi nedense. Alacağı olsun, bir havucu esirgemişti nitekim (neyse, sopasından kurtulduğumuza şükredelim). Kaç saat geçmişti hatırlamıyorum ama epey olmalıydı. Bir türlü dinmeyen, biteviye devam eden bir uğultu da gelmeye başlamıştı bu arada. İkimiz de bir anlam verememiştik. Derenin uğultusu olamazdı. Buraya kadar gelmesine imkan yoktu çünkü. Aklımıza üşüşmek için fırsat kollayan çocukluk hayalinin ürettiği korkular ve mıntıkanın tenhalığına bir ejderhanın böğürmesini andıran uğultu da karışınca hevanları omuzlayıp derenin üzerindeki köprüye doğru koştuk (gizêr istedim diye Mam Üzeyr’in bu denli köpüreceği tutabilir miydi?). Bulunduğumuz tepeden aşağıya bakınca uğultunun sebebini anladık. İkimiz birlikte "çem rabûye" (nehir kabarmış) dedik. Gerçekten korkunç bir canavarın böğürmesini andırıyordu önüne çıkan toprağı sürükleyen kahverengine çalan kızıl akışı. İnce, narin dudaklı (axlêve) derenin son günlerde iyice kalınlaşan dudakları (axpîn, verimli geniş arazi) bir canavarın ağzını çevreliyormuş gibi köpükler saçarak ilerliyordu. Kenarındaki tarlaları bile altına almış, yutmuş ve bir iki metrelik eni on metreleri bulmuştu. Derme çatma köprünün yerinde yeller esiyordu. Öylece kalakaldık. Birbirimize sarılarak ağlamaya başladık. Dere köyün arkasındaydı. İnsanların bizi görmesi için bu taraflarda bir işlerinin olması gerekirdi. Ama böyle bir günde kimin ne işi olabilirdi ki!

Derenin debisi de git gide yükseliyordu. Dalgalar daha bir korkunç köpürüyordu. Dağlardan taşıdığı kütükleri, o koca kütükleri kuru bir dal gibi savuruyordu. İyice gazaba gelmiş bir canavara dönüşen derenin kulakları sağır eden uğultusu arasında bağırmaya başladık çaresizce. O uğultuda sesimizi birinin duymasına imkan yoktu tabii.

Duyuldu ama. Sesimiz değil herhalde. Belki duamız. Evde canı sıkılan bir köylü, köyün dereye bakan xwêyber’de  (hayvan tuzlanan yassı taşlar) durmuş bir yandan cıgarasını tüttürürken bir yandan da ta Suphan dağından itibaren karların erimeye başlamasıyla birlikte kabaran derenin manzarasını seyrediyordu. Çığlık çığlığa bağırdık. Gördü bizi. Aşağıya doğru koşmaya başladı. Karşı tarafta durdu ve bize bir şeyler anlatmaya çalıştı. Sesini o uğultu arasında duymamız mümkün değildi. Sonunda el kol hareketlerinden kendisi gibi yukarı doğru yürümemizi istediğini anladık. Şikefta Balyoz (büyükelçinin mağarası. Neden böyle bir ismin verildiğini bilmiyorum tabi) dediğimiz mağaranın önünden geçerken derenin yatağı iyice daralır ve yüksek kayların da bulunduğu bu yerde akar. Derenin yatağı daraldığı için sular daha bir yükseliyor haliyle ama kayalar da bayağı yüksektirler, su henüz onları yutmamıştı. Komşumuz o kayalara basarak karşı tarafa geçti. Bizi karşıya geçirdi, bizimle birlikte canavarın ağzına düşme tehlikesi geçirerek hem de. O kalın dudaklarıyla bizi yutmasına ramak kalmıştı kaç kere. Ne zaman hatırlasam derin minnet duygularıyla "o benim kahramanımdır" derim.

Şimdi sergir’de karî, gizêr, xîp toplama zamanıdır biliyorum. Acaba derenin üstünde bir köprü var mı onu bilmiyorum tabi. Her kesin karşısına evde canı sıkıldığı için dereyi izlemeye gelen bir kahraman çıkmaz da ondan.

Ama belli de olmaz, kahraman bu, beklemediğin anda ortaya çıkıverir. Yeter ki gündem canavarının kabaran gazabına direnen dil gibi, gelenek gibi, topraktan vatan gibi üzerine basacağınız başı dik kayalar olsun. Köpük gibi kabaran gündemi aşabilirsiniz.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU