Türkiye demokrasisinin darboğazı

Prof. Dr. Ali Tekin Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Bugünlerde siyasi gücün aşırı yoğunlaşmasının ve bunun tetiklediği her şeye hakim olma içgüdüsünün yarattığı sorunlar adeta turnusol kağıdından göz bebeğimize sıçrıyor.

Şerif Mardin’in belirttiği gibi, Osmanlı ve Türkiye’de “güç” deyince akla öncelikle siyasi güç kategorisi gelir -ekonomi, etik gibi diğer güç kategorileri oldukça ikincildir.- Siyaset diğer her şeyi domine etmek ister. Özellikle de -Daron Acemoğlu’nun terimleriyle ifade edersek- kurumsal yapılar dışlayıcılıkları ile temayüz etmişse bu sonuç kaçınılmaz olur.

Bu nedenle, günümüz (ve geçmiş) Türkiye siyaseti fazlasıyla çekişmeli, “güç” elde etmek için haksızlığa ve hukuksuzluğa fazlasıyla meyyaldir, çünkü siyasi gücü eline geçiren her şeye hükmeder.  

                                          

Bu eğilimin son şahikalarından birisinin yaşandığı bir sürecin tam da içinden geçiyoruz.

Uzun bir dönemdir iktidarda olan AK Parti’nin, 31 Mart Yerel Seçimlerinde kaybettiği İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı (İBB) devretmemekte gösterdiği ısrar, Türkiye siyasetinin pek çok bam teline aynı anda basıyor.  

Bir demokrasinin oturmuş olarak addedilmesi için gereken koşullardan birisi olan “iktidarın usulünce el değiştirebilmesi” ilkesini yerle bir eden bir durum bu - son 17 yılda test etmek zorunda kalmadığımız, ama yaşamsal olan bir demokrasi kıstası. 

Gerçi, zaten 2010’lu yılların ilk yarısından itibaren “şekli demokrasi” tanımını bile karşılamayan bir siyasetimiz var, “oturmuş” olup olmadığını tartışmak bir miktar gerçek-ötesilik içeriyor.

Yıllar içinde kuvvetler ayrılığı ilkesi erimiş, denge ve denetleme mekanizmaları işlevsizleştirilmiş, medya kontrol altına alınmış, keyfi yönetim tarzı olağanlaşmış ve Türkiye’de -adil olmayan koşullarda da olsa- yapılan seçimler dışında herhangi bir demokratik meşruiyet çıpası kalmamıştı.

Demokrasi değerlerini ölçen Özgürlükler Evi (Freedom House) gibi kuruluşların Türkiye’yi son dönemde “sınırlı demokrasi” kategorisinden “demokratik olmayan” kategorisine çekmeleri de zaten bu yüzden. 

 

Son yıllarda yaşadığımız güç temerküzü süreci, Türkiye’yi -bir dönem Oryantalistlerin Osmanlı siyasi sistemi için sıkça kullandıkları- Doğu despotizmi tanımına doğru sürüklüyor gibi gözüküyor.

Güç tekelleştikçe anti-demokratik içgüdüler öne çıkıyor.

Siyaset her şeyi ve herkesi domine etmek istiyor. Bu, siyaset biliminin tunç yasasıdır.

Ve toplumsal dokuda ağır hasarlar ortaya çıkar.

Giderek, ister istemez, insanların ve toplumun herhangi bir konudaki değerlendirmesi siyasi güce yakınlık üzerinden yapılmak durumunda kalıyor. İş kurmaktan iş bulmaya, eğitimden spora, seçme sınavlarından milli piyangoya yaşamın her veçhesi siyasi bir mercekten geçiriliyor, geçirilmek zorunda hissediliyor.

Toplumun “aşırı” politize olması, politika ile yatıp politika ile kalkması genel olarak bu nedenle. Siyaset çok şeylerin kazanıldığı ya da kaybedildiği bir “arena” olarak görülüyor. 

Siyaset totalleşiyor; toplum hayatının tamamını esareti altına alıyor.

 


Bu elbette anormal, sağlıksız -ve nevrotik- bir durum.

Aşırı kutuplaşmanın yarattığı aşırı hoşgörüsüzlük, adaletsizliğe aşırı tolerans, rant peşinde koşma davranışının yaygınlaşması, temelsiz ve oldukça aşırı bir yabancı düşmanlığı… Bütün bunlar normal haller değil. Marazi sayılabilecek yönelimler.

Siyasette gerçek-ötesi, marazi propaganda malzemelerinin yaygın kullanımı Türkiye toplumunun hücrelerine sirayet ediyor.



Peki, ne olmalı? Ne yapmalı?

Çoğu zaman, önümüzde duran bir meselenin çetrefil olması, sorunu tespit etmeyi ve çözüm arayışına girmeyi zorlaştırır. 

Bugünden yarına sorunlara çözümler üretmek mümkün değildir. Tersi iddialarda bulunanları da fazla ciddiye almamak gerekir. Siyaset erbabının çoğunluğu bu kategoriden sayılabilir.

Böylesi zorluklardan bizi kısmen kurtaracak olan ise, kafamızı detaylardan biraz kaldırarak daha uzun erimli fikirlere ve ilkelere yaslanmak olabilir. 

Bu noktada, bunlardan birkaçına değinmek isterim.



Meseleye yukarıda bahsettiğim Şerif Mardin’in Osmanlı’ya dair bir gözlemi ile başlayabiliriz. 

Mardin şöyle yazar: 

Osmanlı sisteminin ayırdedici bir özelliği, “güç”ün “zenginlik”ten daha değerli bir “mal” olarak değerlendirilmesi ve “güç ticareti”ne sık başvurulmasıydı.


Bu gözlem -hiç kuşkusuz- Türkiye için de geçerlidir. 

Bu marazi durumun değiştirilebilmesi yaşamsal önemdedir. 

Açıktır ki, Türkiye’de siyasi gücün göreceli önemini azaltmanın (aslında normalleştirmenin) yollarının bulunması “kısır döngü”den çıkışın başlangıç noktasıdır. Liberal demokrasinin asgari normlarına dönüş zorunludur.

Gelinen noktada Türkiye’de yeni, alternatif bir toplumsal sözleşme ortaya konularak devlet-toplum, devlet-piyasa, devlet-birey, toplum-birey ilişkilerinde köklü kurumsal ve normatif reformlar yapılması “yeni bir başlangıç” ve “alternatif bir siyaset” için elzemdir.

Acemoğlu’na -yeniden- başvurarak ifade edersek, “sömürücü” kurum ve normlardan “kapsayıcı” kurum ve normlara geçiş yaşamsal önemdedir. 

Ancak ve ancak bu durumda, üretim, emek, araştırma-geliştirme, inovasyon, rasyonelleşme, adil rekabet gibi sağlıklı ve kalıcı gelişmeye yön veren kavramlar ve değerler ön plana çıkabilecektir.

 


Peki, bunlar nasıl yapabilir?

Böylesine bir “makro” geçişin “isterleri” vardır. Bunları bu yazıda detaylandırmak mümkün değil ancak burada kısaca değinelim.

Açıktır ki, bir ülkede bu ölçekte kurumsal ve normatif dönüşümler kendiliğinden olacak şeyler değildir…

Her şeyden önce, bu türden reform fikirlerini özümsemiş, uygun konjonktürde harekete geçip toplumsal bir konsensüse öncülük edecek, kapsayıcı bir sosyo-siyasi koalisyon kurma becerisine sahip bir kadronun ortaya çıkması gerekir.

Fikirler havada uçuşabilir. Bunlar çok iyi fikirler de olabilir. Ancak bu fikirleri bir program haline getiren kişiler olmadıkça, bunlar havada uçuşan iyi fikirler olarak kalmaya mahkumdur. 

Fikirleri siyasi hedefler ve programlar haline dönüştürebilmek, bunlara da toplumsal destekler oluşturabilmek yüksek siyasi maharetler talep eder. Cumhuriyetin kurucu kadrosu bunu yapabildi. Sonrasında Demokrat Parti liderliği bunu becerdi. Demirel’in “sadık” ekibi, Ecevit’in “Mülkiye cuntası”, Özal’ın prensleri bu maharetlere farklı ölçülerde de olsa sahiptiler. Erdoğan ve AK Parti kurucularının siyasi başarısı da bunun en son örneğidir.

İronik olan şu ki, Türkiye’de sorunun merkez üssü siyasetle ilgiliyken, çözümün odağında da siyaset yatıyor. Özellikle de kompakt, fikir bütünlüğüne sahip bir siyasi kadronun öncülüğünde yeni bir siyasetin tasarlanmasında. 

Türkiye siyasetinde bugün için eksik olan -ama bugün için- budur. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU