Batı, devrimi ihraç etme stratejisini tamamen unuttu mu?

İyad Ebu Şakra yazdı

Fotoğraf: AFP

Bugünlerde Arap Maşrık (Levant) bölgesinin geleceği ile ilgili tek bir soru güçlü bir şekilde gündemde: İran'daki mevcut rejimin benimsediği ve faaliyetlerini ona göre belirlediği "devrimi ihraç etme" stratejisi Batılı başkentlerinin siyasi hafızasından silindi mi?

Bu soruya açık ve net bir cevap almadıkça, yapılacak her türlü akıllı siyasi araştırma yararsız olacaktır.

Diplomatik nezaketi, anlayış örneklerini, özele saygı ve diyalogun erdemleri hakkındaki tüm ucuz söylemleri bir yana bırakın, zira Beyrut veya Bağdat’ta gerçekleşen suikastlardaki kurşunlar, Yemen’den fırlatılan ve Suudi Arabistan’ı hedef alan füzeler, uluslararası onay ile Suriye genelinde yaşanan sistematik demografik değişim bunlardan daha dürüst ve doğrudur. Daha fazla anlam taşımaktadır.

Son olarak Lübnanlı aktivist Lokman Salim’in öldürülmesi gibi durumlarda söylenenler,  akılları küçümseyen bir dezenformasyona dönüşüyor. Komplonun derinliğini, sessiz çıkarların iç içe geçmesini, kaybolmuş, hayal kırıklığına uğramış, gerçeklerden kaçarak renklerin kaybolduğu sanal bir dünyaya sığınan halkların yaşadığı neredeyse yitik Arap topraklarında kesişmesini hatırlatıyor.

İşin özü şu; uluslararası toplumun önde gelen güçleri, Humeyni Devrimi’ni ihraç etme stratejisinin Tahran rejiminin doğasının ayrılmaz bir parçası olduğunu hatırlıyor mu yoksa hatırlamıyor mu?

Dün Lübnan’ın güneyinde Lokman Salim’in, 6 Temmuz 2020’de de Bağdat’ta Haşim el Haşimi’nin başına gelenler aynıydı. İkisi de aynı kaderi yaşadılar; suikasta uğramak. “Büyük hapishaneye” girmeyi reddeden özgürlerin çoğunun kaderi aynı olacak. Bastırılması, boyun eğdirilmesi, fikri çoğulculuğuna el konulması gereken çevrenin oğulları olan Lübnanlı ve Iraklı önde gelen ciddi iki araştırmacının öldürülmelerinin amacı aynıydı, keza öldürülmeleri emrini veren taraf da. Devrimi ihraç etme görevi, Lokman ve Hişam gibilerini, onlarla birlikte yetmişli yılların sonundan bugüne Lübnan ve Suriye’de öldürülen onlarcasını hatta yüzlercesini kabul etmiyor ve kabullenmiyor. Peki, bölge halkları bile son 10 yılda yaşadıkları sayesinde yeterince bilgi sahibi olmuş, biriken hayal kırıklıkları ve boşa çıkarılan güvenlerden sonra yerel oyuncuların doğasını idrak etmiş, yönlendirdikleri, tökezlediklerinde korudukları bölgesel planlarının kesiştiklerini öğrenmişken, söz konusu bölgesel planları daha iyi anladıkları ve etkileyebildikleri varsayılan büyüklerin aksi politikaları nasıl haklı gösterilebilir?

1979'dan ve "Devrimi İhraç Etmek" sloganının ilk kez yükselmesinden bu yana bölge, birkaç felaket aşamadan geçti.

O zamanlar, Sovyetler Birliği hala ayaktaydı. Bu yaşlı ve yavaş komünist devi siyasi İslam’ın hareketli kumlarına sürüklemek için başta silahlı dini hareketlerle - örtük ve aleni – iş birliği olmak üzere "Soğuk Savaş" hesapları geçerliydi. Bu senaryo birden fazla yerde başarılı oldu. İran’da Şii alternatif Humeyni, liberal ve solcu sivil rakibinin önüne geçmeyi başardı. Afgan mücahitler Afganistan’ı Sovyetlerin Vietnamı’na dönüştürdüler. O dönemde düşman ve müttefik tanımı, bilhassa 1989 sonlarında Berlin Duvarı’nın yıkılmasının sembolize ettiği Avrupa komünizminin fiili olarak ölmesi, bunu müteakip 1991 yılında bizzat Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Soğuk Savaş sonrası döneminden kökten farklıydı.

1979-1991 yılları arasında devrimi ihraç etme politikası, büyük bedellere mal olan kanamadan sonra ancak dizginlenebildi. Bahsi geçen kanama Ayetullah Humeyni’nin Irak ve İran arasındaki Birinci Körfez Savaşı’nda ateşkesi kabul ederek kendi deyimiyle “zehri içmek” zorunda kaldığı 1988’de durdurulabildi. O dönemde bazıları, daha sonra menfaat gereği "direniş" ve "karşı çıkma” eksenine dönüşecek olan "devrimi ihraç etme" sloganı arkasındaki yerleşik "yayılmacı ideoloji"nin varlığını görmezden gelerek, Irak'ı savaşı başlatmakla suçlamayı seçtiler.

Bu gelişme, başlı başına, Tahran’ın planının klasik savaşların kapsamı dışında attığı büyük adımların kanıtıydı. Tahran bu dönemi hem Irak hem de Lübnan'da Şiilerin yoğunlukta oldukları bölgeler boyunca savaşçı ideolojik örgütler inşa etmek için kullandı.

Irak'ta bu örgütlerin temelini, "İslami Dava Partisi"nin kalıntıları ve Irak-İran savaşı sırasında İran kuvvetleri saflarında savaşan Iraklı savaşçılar oluşturdular. Lübnan’da ise, dönemin İran Suriye büyükelçisi (daha sonra içişleri bakanı olan) Ali Ekber Muhteşemi Pur’un bir araya getirdiği ve sponsoru olduğu Emel Hareketi, daha sonra kurulan İslami Emel Hareketi ve ondan türeyen Hizbullah’tan grupların yanı sıra diğer küçük ve dağınık gruplar temeli oluşturuyorlardı.

Necef ve Kerbela ekseni, nasıl Iraklı milisler ile "Tahran’ın Humeynici yaklaşımı" arasındaki yakın ilişkiyi etkileyen faktörlerin en başında yer alıyorsa, Lübnan’ın güneyini İsrail işgalinden kurtarmak ve bu tehditi bertaraf etmek de Hizbullah’a askeri cephanesini korumak için güçlü bir gerekçe sağladı. Nitekim direniş (yani İran’ın bölgesel planını uygulamak) Hizbullah’ın 1975-1990 arasındaki Lübnan iç savaşına katılan diğer parti ve milis grupların savaşın sona ermesiyle silahlarını devlete teslim etmeleri kararının dışında tutulması için hazır bir gerekçe oldu. İç savaş sonrası dönemde Hizbullah’ın Lübnan devletine paralel hatta onun enkazı üzerinde yükselen güvenlikçi, askeri ve ekonomik devletini kurmasının önünü açtı.

İran'ın gerçek yöneticisi olan "İran Devrim Muhafızları"nın stratejik hedefi hakkındaki bu gerçekler, Iraklılar ve Lübnanlılar tarafından iyi bilinmektedir. 2011’den beridir de Suriyeliler ve Yemenliler bunu fiilen yaşıyorlar. Ancak gariptir ki, elçilikleri, casusları ve araştırmacıları ile büyük Batı başkentleri bu konunun özüne bakmaya hazırlıklı değiller.

Dahası, eski ABD Başkanı Barack Obama'nın görev süresinde Araplardan gizli bir biçimde müzakere edildikten sonra imzalanan İran ile nükleer anlaşmanın, adeta reaktör ve santrifüj sayısı ile uranyumu zenginleştirme oranlarına dair bilimsel bir laboratuar incelemesine nasıl dönüştüğünü de hatırlıyoruz. Büyük güçler bu süreç boyunca, Devrim Muhafızları’nın 4 Arap başkentini kontrol ettiklerinden nasıl gururla bahsettiklerini duymadılar ya da duymak istemediler.

Son olarak Başkan Joe Biden yönetimi birkaç gün önce İran Özel Temsilcisi olarak Tahran’a en yakın ve kendisine karşı en iyi niyetli Amerikan araştırmacı ve uzman olan Robert Malley’i atadı. Malley’in atanma kararının mürekkebi kurumadan, Yemen’deki Husiler terör örgütü listesinden çıkarıldılar. Washington’da Esed rejimi ile birlikte yaşanabileceğine dair bir eğilimin varlığından bahseden haberlerden sonra, Lübnan’da Lokman Salim’in kaçırılması ve öldürülmesi hadisesi yaşandı.

Biden’ın göreve gelmesinden sonra Washington, Ortadoğulu müttefiklerini bölgesel meselelere "ortak etmek" istediğini deklare etti. Ancak önce Malley, arkasından Biden, "devrimi ihraç etme" planının hala yürürlükte olduğuna ikna olmadıkça, Ortadoğu'da hiçbir ABD ve Avrupa ​​hamlesi var olan durumu daha iyi yönde değiştiremeyecek.           

Bunun anlamı şu; ABD ve Avrupa kanatlarıyla Batı, Tahran ile kendi şartlarına göre bir arada yaşayacağına kani olduğu sürece, beklentilerin gerileyeceği bir aşamayla karşı karşıya olacağız.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU