Cumhuriyet'in bitmeyen Alevi hak ihlalleri

Müslüm Doğan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Çetin Özek, "Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir devlet, yeni bir siyasal yapı biçiminde tarih sahnesine çıktığında, bu yeni yapı eski toplumsal yapı üzerinde doğmuştur. Nasıl kurtaracağız Osmanlı Devlet'ini" derken kuşkusuz, yaratılan Cumhuriyet, Anadolu'da yaşayan halkların gönüllü ulusal kurtuluş mücadelesi sonucunda oluşan ortak bir birlikteliktir demek istemiştir. Bunun bir diğer adı ise ortak vatandır.

Geçmişten günümüze kadar, halkları kültürlerinden uzaklaştırmak, kimliksizleştirmek, ötekileştirmek "Anadolu'yu İslamlaştırma ve Türkleştirme" projesinin bir parçasıdır.

Osmanlı'dan devralınan ve bir görev kabul edilen bu durum için Hoca Sadettin Efendi'nin, Tacüt Tevarih adlı çalışmasındaki, "Sultan Selim, yeryüzüne düzen vermek kaygusunu kendisine dert edinmiş bulunuyordu" anlayışı İslamlaştırma ve Türkleştirme projesidir.

Yeni devlet düzeninde bu anlayış, kendini yeni kurumları ile dayatmıştır. 


Cumhuriyet döneminde Siyasal İslam'ın ilk kurumu

İslam'ın siyasallaşmasında en önemli kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı; tamamen Sünni inancın egemen olduğu, Sünni dinsel yaşamı disipline eden bir kurumdur.

Diyanet İşleri Başkanlığı'nın, anayasal bir kurum olmasına rağmen, elde edilen veriler (tek yanlı inanca yönelik çalışmalara ait veriler) incelendiğinde yan kuruluşlarıyla (vakıf ve ticari işletmeleri) birlikte, toplumsal barışa zarar verecek niteliğe ulaşması hususu tartışılmaktadır.

Osmanlı'yı kurtarma projesinin, Cumhuriyet'i inşa etme projesine dönüştüğü süreçte, Anadolu halkları tarafından büyük destek görerek, Ulusal Kurtuluş mücadelesi sonucunda inşa edilen Cumhuriyet 29 Ekim 1923 yılında ilan edilmiştir. 

Saltanat ise, 1 Kasım 1922 yılında kaldırılmış olmasına rağmen, 364 sayılı "Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun bazı mevadının Tavzihan Tadiline Dair Kanun"da 2'nci maddesinde yer alan "Türkiye Devletinin Dini İslam'dır" cümlesi, Osmanlı Devleti'nin resmi dini olan İslam'ın yeni kurulan Cumhuriyet'in de resmi dini olduğunu açıkça göstermektedir. 

Bu anlayışa sahip "Yeni Yapılanma" düşüncesi ile 3 Mart 1924 yılında çıkartılan 429 sayılı Kanun ile Sünni bir kurum olan "Diyanet İşleri Reisliği" kurulmuştur.

Sünni bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı, kurumsallaşması anlamında önemli süreçleri yaşamıştır. Hiçbir kurumda görülmeyen bu süreç, 1950 tarihinde yürürlüğe giren 5634 sayılı Kanunla Diyanet İşleri Reisliği'nin adı "Diyanet İşleri Başkanlığı" olarak değiştirilmiş, Evkâf Umum Müdürlüğü'ne devredilen cami ve mescitlerin idaresi ve cami görevlileri (Hademe-i Hayrat) kadroları yeniden Diyanet İşleri Başkanlığı'na verilmiştir.

1961 Anayasası, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı Anayasal bir kurum olarak düzenlemiş, genel idare içinde bütçe hakkından yararlandırarak genel bütçe içinde yer vermiş ve bu kurumun, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmesini sağlanarak güvence altına alınmıştır.

1982 Anayasası ile, başkanlığa tarihi bir misyon biçilerek kurumun Siyasal İslam kurumu olma yolundaki süreci tamamlanmıştır. 

AK Parti Hükümetleri döneminde ise kurumun bütçesi ve personel sayıları ileri bir seviyeye ulaşmıştır.

Kurum bütçesi 2017 yılı Merkezi Bütçedeki payı itibarıyla, Cumhuriyet tarihinde görülmeyen bir seviyede, toplam on bakanlığın bütçesini aşmıştır.

Kurumun, 2021 yılı bütçesi, 7 bakanlık ve 12 başkanlığın bütçesini geride bırakmıştır.

Kuruma ait 125 bin 614 personel içerisinde, ne bir alevi ne de bir diğer inançtan insan görevlendirilmiştir. 

25 bin 434 Kur'an kursu, 102 bin 2 cami ve personeli ile Siyasal İslam ülkenin tamamında egemenlik kurmada kurumlarını yaratmada büyük bir ivme kazanmıştır. 

Asimilasyon Kurumu niteliğine bürünen Diyanet İşleri Başkanlığı, 19 Mart 2010 tarihli ve 25 sayılı onayı ile de Diyanet İşleri Başkanlığı Aile İrşat Ve Rehberlik Büroları Çalışma Yönergesi çıkarılarak, il ve ilçelerde olmak üzere bürolar açılmıştır.

Bu büroların Siyasal İslam'ın bir kurumu olarak "görev yaptığı" hiçbir kuşkuya meydan vermeyecek açıklıktadır.


"Köy Köy Tüzel Kişiliği"nin Sünnileştirilmesi

Egemen Sünni Osmanlı devlet geleneğini devralan genç Cumhuriyet ilk yıllarında, 18 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 442 sayılı Köy Kanunu'nda, Sünni bir yorumda bulunularak, "Alevilik, Köy Tüzel Kişiliği" hukuk tanımından çıkartılmıştır.

Söz konusu kanunun 2'nci maddesinde, köy tanımı "Cami, otlak, yaylak, baltalık gibi ortak malları bulunan, toplu veya dağınık evlerde oturan insanlar, bağ ve bahçe, tarlalarıyla birlikte bir köy teşkil ederler" denilmektedir.

Yani, camisi olmayan köyleri köy tanımının dışında tutulmuşlardır. Alevi köylerinin tanım dışında tutulmasını, sünni devlet anlayışının bir ötekileştirme siyaseti, olarak görmek gerekir.

Yine aynı yasanın, "Köy İmamları" başlığı altında bugün yürürlükte olmasa bile madde 84'de "İmam olacaklar, 24'ncü maddeye göre lazım gelen sıfatlara, hayiz olmakla beraber ilmihal, ameli, erbaa ve kafi derecede Türkiye coğrafyası ve Türk ve İslam tarihini ve sağlık işlerini bilmek ve okunaklı yazı yazmak lazımdır" denmektedir.

Bu düzenleme de, açıkça Emevi-Abbasi-Selçuklu-Osmanlı devlet geleneğinin Cumhuriyet ülkesinin hukuk sistemine taşınmasından başka bir şey değildir.

Aynı zamanda 84'ncü maddede belirtilen şartlar ile Anadolu'daki farklı etnik ve farklı inanç grubundaki insanlar yok saymaktadır, dolayısıyla genç Cumhuriyet en başta Türk-İslam sentezcidir.

Yeni devletin, kurumsallaşmasında tekçiliği savunması kuşkusuz tesadüf olarak kabul edilemez. 


Cumhuriyet cami yapımını yasa ile zorunlu kılıyor!

İslam'ın özgün halinden uzaklaşarak, yerine inşa edilen resmi dinin, egemenlik aracı olarak toplumsal yaşamın düzenlemesinde "Siyasal İslam" olarak hayat bulması en başta verilen bir karardır.

Cumhuriyet'in kurucu iradesi olan askeri-sivil bürokrasi ve ticaret burjuvazisinin, siyasi tekçi aklı, egemen ulus ve egemen inançtan kurulu bir sistem yaratmanın esas amaçları olduğu hususu, devletin ilanı ve 1924 Anayasası'nın ilanının kabulü ile ortaya çıkmıştır.

Yeni devlet düzeninde, cami İslam'ın ibadet merkezi iken, Siyasal İslam'ın en önemli kurumu haline dönüştürülmüştür. Bu amaçla da cami yapımı özendirilmiştir. 

Hz. Muhammed'in "Bir cami yaptırana Allah cennette ev yaptırır" sözü oldukça önemsenmiş ve savaşlarda yararlılık gösteren savaş komutanları ya da İslam'ın yayılışında işgal edilen alanlardaki ganimetlerden yararlananlar ve nüfuslu kişiler haline gelenler bolca cami yaptırmışlardır.

Egemen Sünni devlet anlayışındaki tüm devletler, cami yapımını zorunlu kılmışlardır. Bu nedenle; Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar Anadolu'daki cami sayısı "10 bin civarındadır." 

1924 yılında çıkarılan 442 sayılı Köy Kanunu'nda "Köylünün mecburi işleri şunlardır" başlığı altında; Madde 13'ün 14'ncü fıkrasında "Köyde bir mescid yapmak, (yeniden yapılacaksa köy meydanının bir tarafına yapılacaktır)" denilmektedir.

Burada da egemen Sünni bir devlet anlayışı açıkça ortaya konmaktadır. Bu yasa gerekçe gösterilerek, Alevi köylerine cami yapımı sürmekte, yakın zamanda Dersim/Tunceli merkez, Tokat ve Sivas'ta Alevi köylerine cami yapımı devam etmektedir. 


Yasalarla camiye tanınan olanaklar

Cumhuriyet fikriyatı oluşurken, Heyeti Temsiliye'nin başında bulunan Mustafa Kemal ile görüşen alevi temsilcileri, inanç ve öğretilerinin hukuki anlam kazanması ve özgün yaşamlarının özgürleşmesi koşuluyla tam destek almışlardır.

Ancak Aleviler yağmurdan kaçarken doluya tutulduklarını çok kısa bir zaman sonra anlayacaklardır.

Kürtler için de durum aynıdır. Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin gizli raporu, "Türk ve Kürt İttifakının zorunluluğu, Amasya Görüşmesi" 2'nci protokolü 1'nci maddesinde, "Kürtlerin gelişme serbestilerinin sağlayacak tarz ve surette örfi ve toplumsal hukuka kavuşmaları dahi yerinde görülmüştür" ifadesine yer verilmiştir.

Teşkilatı Esasiye Kanunu, 11'nci maddesinde; "Vilayet mahalli işlerde manevi şahsiyete ve özerkliğe sahiptir" denmiştir.

Yine TBMM'nin yapılan gizli oturumunda Büyük Millet Meclisi Reisi, Mustafa Kemal'in 21 Haziran 1921 tarihli Elcezire Cephesi Kumandanlığına talimatında; "…Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise hem iç siyasetimiz hem de dış siyasetimiz açısından adım adım yerel bir idare kurulmasını gerekli bulmaktayız" demektedir.

Ziya Gökalp 1922 yılında; "Türkler devletin ne kadar ortağı ise, Kürtler de o kadar ortağıdır" der.

Bu süreçte, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halkı" tanımından uzaklaşılmış, devleti kuran asli unsurlarından Kürtler yok sayılmıştır.

Tekçilik ve ittihatçılık o kadar ileri gitmiştir ki "Kürt diye bir halk yoktur, onlar dağlı Türklerdir" ırkçılığında ifade somutlaşmıştır.


Aleviler, çıkartılan yasalarla mülkiyet hakları ihlal edilerek siyasal İslam'ın kurumlarına sağlanan olanaklar nedeniyle de güçlü bir siyasal İslam kuşatması ile baş başa bırakılmıştır.

Yürürlükte olmayan 6785 sayılı İmar Kanunu ve bu kanunun yerini alan 3194 sayılı İmar Kanunu'n 18'nciaddesinde; "Düzenleme ortaklık payı: düzenlemeye tabi tutulan yerlerin ihtiyacı olan yol, meydan, park, yeşil saha, genel otopark gibi umumi hizmetlere ayrılan ve tescile tabi olmayan alanlar ile Cami(yasal bir düzenleme ile cami yerine inanç merkezleri ile değiştirilmiştir.), karakol yerleri ve ilgili tesisler için kullanılmak üzere... yüzde 35'e kadar düşülebilen miktar ..." kentsel düzenlemeye tabi tutulan yerlerde camiye yer ayrılmaktadır.  

Yine İmar Affı olarak bilinen 2981 sayılı yasada camilerden bahisle yer tahsisinin nasıl yapılacağı açıklanmıştır. Bu yasanın bazı maddelerini değiştiren 3290 sayılı Kanunda cami yeri olarak işgal edilen "Kamu Şahıs Arazileri"nin bedelsiz olarak tescilini ön görmektedir. 

Taşınmazların hukuki ve geometrik durumunu belirlemede temel alınan 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nda, "Kamu Malları" başlığı altında madde 16'da "... Namazgâh, cami gibi yerlerin devletin yerleri oldukları ve yapılacak olan kadastro çalışmalarında ilgili tüzel kişilik adına tescilini ön görmüştür. Ayrıca burada şunu belirtmek gerekir ki bu tür malların tespit ve tescil edilmiş olmaları onların kamu malları olmalarını değiştirmez. Bu durum tespit ve tescile sadece onların korunmasını amaçlamaktadır" denirken; camiye ait alanları kamu alanı olarak değerlendirerek, Sünni anlayışın egemenliğini resmileştirmektedir.

Açıkça görüleceği üzere Sünni anlayış, Alevi ve Sünni olmayan diğer inanç gruplarını hiçe sayarak onların mülkü üzerinde kendi inanç kurumlarını inşa ettirerek mülkiyet haklarını ihlal etmişlerdir.

Kendi onayları alınmadan mülkiyet hakları üzerinde tasarrufta bulunulmuştur. Bu uygulamalar mülkiyet haklarının ihlali anlamına gelmektedir.


Alevi tekkeleri kapatılıyor!

Cumhuriyet projesine koşullu destek veren alevilerin Büyük Millet Meclisi tarafından "gerici ve dinci yapılara karşı savaş" adı altında 3 maddeden oluşan, 30 Kasım 1925 tarih 677 sayılı yasa ile 768 adet tekkesi kapatılmıştır.

Aleviler, çok önemli bir kurum olan Dedelik kurumunu da bu yasa ile kaybetmiştir. Ancak söz konusu yasa cami ve mescitleri kapsam dışında bırakmıştır. 

Bu anlayış açık olarak bir tek inanç sisteminin egemenlik kurmaktaki, geçmişten gelen, bilenen çabasıdır.

Alevi inanç ve öğretisini, felsefesini, nefeslerini Anadolu'nun Alevi köylerine ulaştıran, toplumsal iç sorunları çözen Dedelik kurumunun da yasaklanması, Sünni Osmanlı devlet geleneğinin ve anlayışının Cumhuriyete taşınmasıdır.

Anadolu Aleviliğinin Pir'i ve ser çeşmesi olarak kabul edilen Hacı Bektaşı Veli'nin türbesi, 1 Mart 1950 gün 5560 sayılı yasa ile 677 sayılı yasanın 1'nci maddesine bir fıkra eklenerek, devlet denetiminde olmak üzere ancak bir müze statüsünde eski konumuna ulaşmıştır.


Zorunlu din dersleri insan hakları ihlali anlamına gelmektedir

19. Eğitim Şurası'nda din dersinin zorunlu olarak her kademede sürdürülmesi konusunda aldığı karar, çok ağır ve kabul edilemez bir karardır.

Alevi ve diğer inançlara sahip toplum çocuklarının, Sünni bir eğitime zorunlu olarak tabii tutulması ağır bir insan hakkı ihlalidir.

Okullarda açılan mescit/namazgâhların, Alevi ve diğer inanç sahibi öğrenciler üzerinde olumsuz etkisi tartışmasız bir gerçektir.

Alevi toplumunun bu konudaki hukuksal mücadelesinin, iç hukukta sonuç alamaması nedeniyle, AHİM nezdinde yapmış olduğu başvuru neticesinde zorunlu din dersleri bir hak ihlali olarak kararlaştırılmıştır.


İnanç ve öğreti merkezi cemevleri

Cemevleri, alevi inanç ve öğretisinin binlerce yıldan beri, ibadet ve inanç merkezleri olarak kullandıkları bir inanç merkezidir.

Bu dini inanç merkezlerinin, ibadethane olarak hukuk nezdinde kabul görmemesi ise çağdaş dünya koşullarında kabul edilemeyecek bir durumdur.

Sonuç olarak; Aleviler, Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet'in hiçbir döneminde de nefes alamamıştır.

Günümüz Türkiye'sinin düşünsel ve siyasal yapısının şekillenmesinde öncü olan Kemalizm; siyasal, hukuksal ve kültürel anlamdaki önemli değişimlere neden olmakla birlikte, kurmuş olduğu tekçi sistemi yürütmek üzere, İslam'ın özgün halinden uzaklaşmış, dini iktidar aracı olarak kullanan, siyasal İslam'la doğal olmayan bir iktidar paylaşımı yolunu seçmek zorunda kalmıştır.  

Bu buluşma, politik, toplumsal yaşam, laiklik vb. farklı eksenlerin bir bileşke vektörüne dönüşmesi doğal olmayıp, zorunlu bir siyasi ve iktidarı paylaşma birliktelik kararıdır.

Devletin yeni ideolojik tercihi, Türk-Siyasal İslam'ıdır. Bugün ülkemizde yaşayan nüfusun yüzde 30'nu oluşturan Alevi ve diğer inanç gruplarının inanç merkezlerinin ve kurumlarının çok sınırlı olduğu ortadadır.

Bu tablo gösteriyor ki; yeni kurulan sistem, egemen olma anlayışının yarattığı Türk-İslam sentezi programlarının yaşama geçirilmesiyle, yeni bir siyasal İslam modeline ulaşmayı hedeflemektedir.

Yukarıda anlatılmaya çalışılan tek yanlı kurumsallaşma ve asimilasyon süreçleridir. 

Özgürlükçü, laik ve çoğulcu hukuk devletinin üstlenemeyeceği bir görev olan siyasal İslam anlayışının kurumsallaşması, Alevi ve diğer inanç gruplarının asimilasyonlarına neden olmakla birlikte özgün İslam öğretisini de asimile etmektedir.

İleri, çağdaş ve demokrat olmanın ölçütü, tüm insanlarımızı kapsayacak, onları anayasal vatandaşlık onuruna kavuşturacak yeni bir toplum sözleşmesi olarak ifade edilebilecek yasal düzenlemelerden geçmektedir.

Bu durum, ülkemiz siyasetçileri için en önemli görevlerin başında gelmelidir. Barış içerisinde, kardeşçe bir arada yaşamanın temel koşulu çoğulculuk ve eşitlik anlayışıdır. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU