Davutoğlu: Perinçek gibi 28 Şubat zihinler, muhafazakar görünümlü bir lider olmadan istedikleri Türkiye’yi kuramayacaklarını gördü

Benan Kepsutlu, Independent Türkçe için Gelecek Partsi Lideri Ahmet Davutoğlu ile konuştu

Prof. Ahmet Davutoğlu

Türkiye'nin 26. Başbakanı, 42. Dışişleri Bakanı. 

AK Parti çatısı altında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yıllarca yol arkadaşlığını yapmış, ona çok yakın olan isimlerden biriydi.

Kamuoyu da bu ilişkinin yakın şahidiydi.

Ta ki 1 Mayıs 2016 tarihinde "Pelikan dosyası" isimli bir blogda Cumhurbaşkanı Erdoğan'la dönemin Başbakanı olan Davutoğlu arasında gerilim olduğu ifadeleri yer bulana kadar.

Davutoğlu'nun Başbakanlık'tan istifası Türk halkının kafasını o dönem iyice karıştırdı.

"Değil Pelikan, kuş sürüsü gelse yine istifa etmezdim, nedeni başka" diyordu Ahmet Davutoğlu.

Eylül 2019'da Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında toplanan AK Parti Merkez Yönetim Kurulu'nun, Davutoğlu'yla birlikte 3 eski milletvekilini "kesin ihraç" istemiyle Merkez Disiplin Kurulu'na sevk etmesiyle ipler tamamen koptu.

Şimdi de kendi kurduğu Gelecek Partisi'nin genel başkanı olarak, iktidarın "karşı" safında, önümüzdeki seçimlere hazırlanıyor.

Kendisiyle Gelecek Partisi'nin İstanbul İl Başkanlığı'nda görüştük.

Eşi Sare Davutoğlu ile birlikte parti binasındaydı Ahmet Davutoğlu.
 


Türkiye'nin sık sık değişen gündemine ve dış politikaya dair önemli pek çok başlığa değindi Gelecek Partisi Genel Başkanı. 

28 Şubat'tan günümüze AK Parti politikalarındaki ve Cumhurbaşkanı Erdoğan'daki "değişiklikler", "Pelikancılar"a bakışı, MHP-AK Parti arasında olduğunu iddia ettiği gizli anlaşmanın detayları, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan'la "güçler ayrışması"nın nedenleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan'la tekrar aynı safta yer alıp almayacağı, yolsuzluk iddiaları, Boğaziçi Üniversitesi'nde yaşananlar, "vitrin mankeni" tartışması, komşularla tekrar "sıfır sorun" olur mu, ABD'de yaşananlar… vb diye liste uzayıp gidiyor.

Sayın Davutoğlu'nun yanıtları sıra dışıydı doğrusu.
 


İşte Gelecek Partisi Genel Başkanı Sayın Ahmet Davutoğlu'yla yaptığım özel röportajın detayları;


"Siyaset sadece bir sınıfa hizmet eder hale gelmişse, siyasetin temiz olma vasfı kaybolur"

-Siz Gelecek Partisi olarak farklı dönemlerde, bir takvime yayılır şekilde, farklı modeller, öneriler hazırlayıp sunuyorsunuz. Bunlardan bir tanesi ekonomide gelecek modeli, diğeri tam demokrasi için güçlendirilmiş parlamenter sistem. Önümüzdeki süreçte de, 1 Şubat'ta açıklayacağınız bir model var: Temiz Siyasette Gelecek Modeli. Ben sizden bu modelin içeriğine dair biraz bilgi rica edeceğim. Ayrıca alt başlık olarak şunu da sormak isterim: Türkiye'de siyasetin hangi tarafı size ya da partiye kirli geliyor?

Siyasi parti çalışması hem insan hem fikir unsuruna dayanıyor. Yani teşkilatlanacaksınız; siyasi partinizi ülkenin her yerinde temsil edilen teşkilat mensuplarıyla dokuyacaksınız, bu insan boyutu. Bir de ülkeye iktidara geldiğinizde neleri yapacağınızla ilgili vatandaşlarınıza taahhütlerinizi içeren ve vatandaşlarınıza bu anlamda teminat veren bir siyaset fikri boyutu var. 

Maalesef Türkiye'de bu ikinci boyut genelde iktidara geldikten sonra düşünülecekmiş gibi ertelenir. Bu da o partilerin, kamuoyuna, seçime girerken verdikleri taahhütlerin test edilmesini zorlaştırır.

Biz Gelecek Partisi olarak bir yıl içerisinde çok güzel teşkilatlandık, büyük kongremizi yaptık. Ama hiç ihmal etmediğimiz bir şey; Türkiye'nin ana gündem maddeleri ile ilgili görüşlerimizi beyan etmek ve Türkiye'de bir gün Gelecek Partisi iktidarı söz konusu olduğunda ortaya koyacağımız sistemi kamuoyumuza arz etmek.

Bu anlamda Ekonomide Gelecek Modeli'ni, 15 Haziran'da, tam da pandemi şartları içerisinde bir ekonomik model olarak aktardık. Daha sonra Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, Türkiye'deki hükümet sistemine dair şu iddialar vardı; "Hep muhalefet eleştiriyor ama kendisi ortaya bir şey koymadı" Bizim şu anda ortaya koyduğumuz tam teşekküllü anlamda bir çerçeve var. 

Üçüncü çalışmamızı aslında büyük ölçüde tamamladık, ancak Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Modeli etrafındaki siyasi partilerle görüşmelerimiz devam ettiği için 1 Şubat'a erteledik. 1 Şubat'ta sunacağız.

"Temiz Siyaset Belgesi"; temiz siyasetten kastettiğimiz, kamu kaynaklarının şeffaf bir şekilde kullanılması üzerinden hesap verilebilirliği sistematik bir nitelik kazanmış bir siyaset. 

Nerede siyaset kirlenmişlik boyutu kazanır? Eğer siyaset, kamuya hizmet etmek aracı olmaktan çıkıp, bir kişiye, yakınlara ve bir zümre, bir sınıf, bir bölgeye hizmet eder hale gelmişse ve bunun aracı olarak görülmeye başlanmışsa, siyasetin temiz olma vasfı kaybolur. 

Temiz siyasetin bir ahlak boyutu var; bunlar tek tek siyasetçilerin uyması gereken ilkeler. Bunu da siyasi ahlakla birleştiriyoruz. Mesela bir siyasetçi, bir devlet adamı hediye alamaz. Kamuoyu görevi yürütürken kıymetli hediyeler alamaz.


-Türkiye'de alınıyor mu efendim?

Tabi. Alındığı için zaten dolaylı ve doğrudan nice tartışmalar bununla ilgili. Hediye kavramı kişisel bir kavramdır. Kamu görevlileri sembolik hediyeler alabilir belki; nihayetinde bir çiçek, gül, rozet gibi. Ama maddi değeri olan hediye, kamu hayatında yaygın olarak kullanılmaya başlandığında içeride ve dışarıda bu hediye üzerinden rant elde edilmesi olgusu dolayısıyla bir alan oluşur.

-Bu aslında Sayın Özal döneminde ya da Demirel döneminde başlamadı mı? Hatta "Benim memurum işini bilir" ifadesi ile birlikte…

Her zaman vardı; bunu ortadan kaldırmak lazım. Başbakan olduğumda ilk yayımladığım genelgelerden biri hediye yasağıydı. Çünkü bu bir yerde başladı mı nereye kadar gideceği belli olmaz. Bunu siyasetçinin şahsen uyacağı etik kurallar çerçevesi içerisinde temiz siyasetin bir unsuru olarak görüyorum.

Kamu kaynakları tarafından yapılan binalar isim vermek dahi bence etik bir meseledir. Çünkü o isim üzerinden siz şahsi bir PR yapmış oluyorsunuz. Vefat edenler ayrı, oraya özel hizmeti geçen nadir isimler ayrı elbette… 

Bir de sistematik olarak temiz siyasetin hukuk ve sistem boyutu var. Mesela ihale düzeni. İhale düzeni şeffaf olmadıkça, ihale düzeninde istisnalar devrede oldukça, siyasetin temiz ve hesap verebilir bir nitelik kazanması mümkün değil.
Biz hem bu şahsi siyasi etik konularını hem de sistematik olarak ihale yasasından, rekabet kuruluna kadar; istihdam ahlakı –yakınların kayırılmaması, mülakat sisteminin istismar edilmemesi, gerekmedikçe kullanılmaması; tasfiye edeceğiz onu- buna istihdam ahlakı diyoruz. Bu da temiz siyasetin bir parçası.

Bir hukuk boyutu var, bir şahsi siyasi ahlak boyutu var. Bunları mezceden çok kapsamlı bir paket açıklayacağız. Hem kendimizi bağlayacağız; "İktidara gelirsek şunlara şunlara riayet edeceğiz" diye bağlayacağız, ama en önemlisi de devletin, sistemin içerisine öylesine unsurlar yerleştireceğiz ki, bu unsurlarla insanlar artık isteseler, siyasi etik kurallarını göz ardı etmeyi göze alsalar dahi bunu yapamayacaklar.


-Bunu denetlemek zor olmayacak mı?

Aslında denetim mekanizmaları var Sayıştay gibi. Türkiye'de Sayıştay Kurumu çok eskidir; bir kültürü var.


-Mesela birine gelen hediyeyi denetlemek nasıl mümkün olacak?

Hediye bahsini açtığınız için söyleyeyim. Başbakanlığı bırakma kararını aldığım zaman, yaptığım ilk işlerden birisi Başbakanlık Müsteşarını çağırıp, dedim ki "Bize verilen hediyeler neler?" Çok haklı bir soru bu denetleme. Çünkü bize verilen hediyelerin önemli bir kısmı protokolle verilmiş hediyeler değil.

Yani bazen kamuoyu önünde verilir ya da devlet protokolü üzerinden verilir; dolayısıyla kayda geçtiği için herkes bilir. Ama bazen de özel olarak verilen hediyeler vardır, odanıza konulur, bir özel durumda verilir. Bu ikinci boyutu denetlemek çok zordur. Onu denetleyecek olan şey vicdandır. 

Nitekim böyle verilen ve ciddi miktarlara ulaşan hediyeler vardı. Biz bunları Başbakanlık kasasında muhafaza ettik. Genellikle de bu aile niteliği taşıdığı için Sare Hanım tutmuştu bunları. Onlara da verilen hediyeler vardı, sadece bana değil, yakınlarımıza verilen hediyeler vardı.  

Başbakanlıktan ayrılma kararı aldığımda müsteşarı çağırdım ve bütün bu hediyeleri birkaç usule böldük. Bir kısmı kamuoyuna sergilenecek nitelikte olanlarını Çankaya'da tuttuk. Çok kıymetli olan hediyeleri ise, 1930'larda çıkan bir kanun var, verilen hediyelerin görev bittiğinde nasıl bırakılacağına dair. Usulü de şudur, defterdar, bilirkişi ve bir başbakanlık yetkilisi bu hediyeleri kayda geçiriyor. Bu heyet oluşturuldu ve o heyet ile birlikte Başbakanlık kasasına, benden sonra gelecek başbakana bunu bir tutanakla verdim. 

O zaman bu bile çok tartışma konusu oldu. "Daha öncekiler yaptı mı, yapmadı mı" O beni ilgilendirmez. Benim vicdanım, siyaset ahlakım ve kanuna uyma…


"Sayın Babacan'la güçleri bölmek isteyen ben değilim"

-Pekala, "Temiz Siyasette Gelecek Modeli"nin detaylarını 1 Şubat'ta göreceğiz, fakat siz genel bir çerçeve çizdiniz. Şimdi sizin AK Parti'den ayrılmanız, yeni parti kurmanız, bunlar çok konuşuldu tartışıldı. Bununla birlikte Sayın Babacan, neden bir arada bulunmadığınıza dair iki cümlelik bir açıklamada bulunmuştu. Daha sonradan şunu gördük, iki parti de birbirine son derece nezaket çerçevesinde yaklaşıyor. Birbirlerine tebrikler gönderiyorlar, ekipler görüşüyor, sahada birlikte çalışılıyor… Madem bu kadar iyi anlaşılıyor, böyle bir sinerji var, neden güçleri böldünüz?

Ben bölmedim. Bu konuda süreci bilenler; Sayın Babacan'ın kendisi de gayet iyi bilir. Açık yüreklilikle, bu çok sorulan bir soru olduğu için zikredeyim. Benim bütün düşüncem, AK Parti'den ayrılmış olmak, olmamak dolayısıyla değil; benzer düşünen insanların Türkiye'nin önüne güçlü bir alternatif çıkarmasıydı. Beraber olmak için de çok çaba sarf ettim. Sadece Sayın Babacan ile de değil, daha önce başka partilerde bulunmuş birçok önemli siyasi şahsiyetle de beraber oturdum, onlarla da "beraber olalım" dedim. 

Bazıları geldi, beraber olduk. Sayın Babacan'a ben davet etmiş olmak hasebiyle değil, birlikte de çok uzun hukukumuz olduğu için… Bu konuda herkes benim tutumu bilir. Herhangi bir makam mevkii gözetmediğimi daha önceki uygulamadan da bilirler. Bu konuda da benim hiçbir mevkii ve makam niyetim olmamıştı –o dönem için söylüyorum. Ama Sayın Babacan ve beraberindeki arkadaşlar, ayrı bir çalışma yapmayı kendilerince daha uygun gördüklerini ifade ettiler. O zaman da bizim için yapılması gereken, en kısa zaman içerisinde Türkiye'nin önüne bir alternatif koymaktı.

Şu önemli; ayrım noktası olarak söyleyeyim… Önce kendi parti içinde manifesto yayımladım. Düzelmiş olsaydı AK Parti ya da o yönde adım atsaydı, ben bir siyasi ihtirasla yola çıkmış değilim, önemli olan düzeltmekti ülkeyi. Ama düzeltmek yerine, kendilerine çekidüzen vermek yerine AK Parti yönetimi ve Sayın Cumhurbaşkanı bizi ihanetle suçladılar. En sonda da ihraca yönelttiler. 

Şimdi kendilerinin bir buçuk sene sonra, 22 Nisan 2019'da onlara verdiğim manifestodaki bütün unsurların muhtevi reform paketler açıklıyorlar. Fakat ben o andan itibaren açık bir siyasi mücadele verilmesi taraftarıydım;  önce AK Parti içinde, olmazsa kendi siyasi partimizi kurarak. Ve nihayetinde 2019 Eylülü'nde ihraç kararı ile sevk edilince yeni parti kuracağımızı açıkladık. 2019 12 Aralık'ta da partimizi kurduk.

Bizim partimizin kuruluşunun farkı şudur, herhangi bir parti ile karşılaştırmak açısından söylüyorum. Siyaset, inisiyatif ve irade gerektirir. 2018'de iki parti kuruldu, 2019'da iki parti kuruldu, biz üçüncüydük, bizden sonra 24 parti kuruldu. Ben hepsinin Türkiye siyaseti için bir kazanç olduğu kanaatindeyim. Hiçbirine karşı önyargım yok, çünkü siyaset alanı daralmışsa ve ne kadar çok alternatif üretilirse o kadar iyidir.
 


"Parlamenter sistem konusunda,  görüşme talebimizi AK Parti görmezden geldi"

- O kısımları da ayrıca soracağım. Şimdi siz AK Parti ile ilgili konulardan söz etmişken, biraz önce de konuştuk, parti olarak da Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem.. Bu çerçevede siz bildiğimiz kadarıyla İYİ Parti, HÜDA-PAR, CHP ile görüştünüz. Peki, AK Parti ile görüşme talebiniz oldu mu? Cevap ne oldu?

Tabi. Biz bütün bu yeni model çalışmalarında ayırım gözetmiyoruz. Hepsinden talep ettik. Hatta önce AK Parti ve MHP'den talep ettik; çünkü iktidardalar. Yani onlarla görüşerek, onlar bu işi sahiplenmiş olsalar –sahiplenmezler, kendi kanaatleri vardır, ayrı… Ama en azından siyasi muhatap olarak dinlemelerini beklerdik. Öncelikle onlardan talep ettik. 

MHP hemen olumsuz bir cevap verdi; tamam, bu bir siyasi tutumdur. AK Parti şu ana kadar cevap vermedi. Yani şu anda birçok yerleri dolaşan, ziyaret eden –güzeldir, ziyaretlerin hepsi iyidir- Cumhurbaşkanı, bizim görüşme talebimizi yok saydı, görmezlikten geldi. Tabi kendi takdirleridir, nasıl isterlerse öyle yaparlar.

Ama ülkeyi yönetiyorsanız herkesle görüşmeye açık olmanız lazım. Eleştirileri dinlemeye, farklı kanaatleri dinlemeye açık olmanız lazım. Oportünistçe sadece belli zamanlarda, belirli kişilerle ihtiyaç var diye görüşmek, bir sene önce "hain, terörist" ilan ettiğiniz kişiyle görüşürsünüz, bir sene sonra farklı bir tavır doğru değil. 

Oradan bir cevap hala gelmedi, gelir mi bilmiyorum. Ama hemen sonrasında, ilk görüşme talebimize olumlu cevap veren Sayın Akşener ile görüştük, arkasından Sayın Kılıçdaroğlu ile görüştük. HÜDA-PAR Genel Başkanı Sayın İshak Sağlam ile görüştük. Büyük Birlik Partisi, Cumhur İttifakı içerisinde yer almakla birlikte görüşmeyi arzu etti, onlarla görüştük. Demokrat Parti Genel Başkanı ile görüştük. Dün Anavatan Partisi Genel Başkanı ziyaretimize geldi, onlarla görüştük.

İstisnasız koyduğumuz ilke şuydu, seçime katılma yetkinliği koymuş herkesle görüşüyoruz. Diğerlerini yok saydığımızdan değil, nihayetinde Türkiye'de 100'e yakın parti var. Bizim, seçim pusulasında yer alan siyasi partilerle görüşme düşüncemiz var. 


"AK Parti ile memleket için uzlaşırız ama aynı ittifakta yer almam"

-Siyaset tabi bu, bugün bir şey söylenebilir, yarın bir gün konjonktür değişir, şartlar değişir başka biçimde davranış şekilleri de gelişebilir. Baktığımızda sizin "Seçim yaklaştıkça Cumhur İttifakı dağılacaktır, göreceksiniz" diye bir açıklamanız var. Daha sonrasında da geçen günlerde Sayın Cumhurbaşkanı ile Saadet Partisi Genel Başkanı Sayın Temel Karamollaoğlu ile bir araya geldiğini de gördük.

Sayın Oğuzhan Asiltürk ile de bir araya geldiler. Öncesinde de Sayın Karamollaoğlu, evet…


-Şimdi iki farklı ittifaktan, iki farklı bakış açısının bir araya geldiği bir durum… Önümüzdeki süreçte ola ki Sayın Cumhurbaşkanı, size; "Sayın Ahmet Davutoğlu, siz başka bir parti kurdunuz ama gelin bir daha konuşalım, tekrar aynı safta yer alalım" diye teklif ederse…

Aynı safta yer almak başka şey, konuşmak ayrı şey.


-Aynı partide değil, aynı safta, aynı ittifakta yer almak şeklinde teklif edilirse?..

Konuşmakla, saf ayrı şey… Konuşmak konusunda benim sınırım yoktur. Benim kim konuşmak isterse konuşurum. Dün bana hakaret etmiş olsa -ki çok hakaret edenler oldu, bugün gelip "Memleket için bir şey konuşmak istiyorum seninle" dese, bunun parti lideri olmasına da gerek yok, konuşurum. Memleket meselesi bahis ise hiç geride ne olduğuna bakmam, onu söyleyeyim. Dolayısıyla Sayın Erdoğan görüşmek isterse her zaman görüşürüz. Zaten biz de görüşme talep ettik, görüşmek istemeyen kendisi. 


-Aynı ittifakta yer almaz mısınız?

İttifak meselesine esastan karşıyım ben. Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile girilen bu kutuplaştırıcı ittifak anlayışının doğru olduğu kanaatinde değilim. Seçim ortamına girmeden, bunu tartışmanın da doğru olduğu kanaatinde değilim. Birinde ilkesel, birinde konjonktürel olarak bir durum var.

Ayrıca benim için orada da bir ayrım farklı. Uzlaşı ile ittifakı da ayırt etmek lazım. Bugün ittifak dediğimiz şey, Cumhur İttifakı'nda uygulanmasına bakıldığında, Sayın Bahçeli ve Sayın Erdoğan'ın veya onlara da bazı şeyleri söyleyen bazı çevrelerin perde gerisinde yürüttükleri müzakereler üzerinden, kamuoyunun da çok şeffaf olmayan, yani koalisyon protokolü gibi protokole bağlanmamış bir ittifak var. Bir bakıyorsunuz infaz yasasında anlaşamıyorlar, ertesi gün anlaşıyorlar. Ne oldu da o arada bilinmiyor. Bu, doğru bir ittifak yöntemi değil.

Uzlaşı ise şöyle bir şey: Taraflar otururlar, konuşurlar… Ve biz uzlaşıyı mesele bazlı görüyoruz. Yani parlamenter sistem ile ilgili bir parti ile uzlaşırız, temiz siyasetle ilgili bir başka parti ile uzlaşırız, bir diğer parti ona mesafeli yaklaşır.  

Sayın Erdoğan da bizim parti programımızda söz konusu olan temel perspektife, temel ilkelere uyumlu bir öneri ile geldiğinde, destek verir, uzlaşırız. Bu, seçimde aynı ittifak içerisine gireriz anlayışına gelmez. Biz zaten, "Biz şu veya bu ittifaka eklemlenmek için değil, ülkenin önüne gerçek bir siyasi alternatif koymak için yola çıktık" dedik.

Uzlaşı konusunda, mesela Azerbaycan-Ermenistan meselesinde açık bir destek verdik. Ayasofya'ya açık destek verdik. Doğru olan şeylere destek veririz. Darbe tartışması olduğunda net olarak söyledim. Sayın Erdoğan'la ihtilafımız var ama Erdoğan seçilmiş cumhurbaşkanı iken ona karşı birisi darbe teşebbüsüne kalkışırsa 15 Temmuz gecesi ne yaptıysam onu yaparım. Çıkar ve bu darbeye karşı halkı direnmeye çağırırım. Ama ihtilaf ayrı bir şey, orada görüşme, uzlaşıyı ve ittifakı ayrı bazlarda değerlendirmek lazım. 


-O zaman "Görüşürüm, uzlaşabiliriz ama ittifak tercih etmiyorum" diyorsunuz

Tabi, Cumhur İttifakı'nın şu andaki yapısıyla bizim o ittifaka girmemiz, parti kurmamızın bütün asli unsurlarını yok saymak anlamına gelir. Böyle bir şey olmaz. Ama Türk siyaseti değiştiğinde, "şu konuda Türkiye'nin ihtiyacı var, sizin görüşünüz nedir" denildiğinde bakarız, ilkesel olarak doğruysa… Temiz siyaset belgesi açıklayacağız.

Temiz siyaset belgesindeki unsurlar, benim Başbakanlığı bırakmamdaki son üç dört ayın tartışma konuları: şeffaflık, siyasi etik yasası, imar yasası… Sayın Erdoğan, "Ben o zaman yanlış yapmışım bunlara karşı çıkmakla, şimdi bunları yapalım, reform da yağacağız, bunları getiriyorum" dese, en büyük destekçi ben olurum. Bunda hiç tereddüt yok.


"Şu anki Erdoğan, benim tanıdığım Erdoğan değil"

-Siz de az önce aslında değindiniz, ben bu konuyu biraz daha açmak istiyorum. MHP ile AK Parti ilişkisine dair yaptığınız açıklamalar, sizin bakış açınız… Neden ısrarla bunu sormak istiyorum, çünkü yıllarınız geçti ve çok iyi tanıyorsunuz Sayın Cumhurbaşkanı'nı. Şimdi, partiler arasındaki üsluplardan da bahsederken, "Baktığımızda aslında MHP-AK Parti arasında gizli bir anlaşma var" ifadesini kullandınız. "Erdoğan'ı bir şeye mecbur ettiler" diyorsunuz. Çok uzun yıllar bir arada olduğunuz için soruyorum; sizin bildiğiniz, kamuoyunun bilmediği ve ihtimaller dahilinde olan ne olabilir, neye mecbur etmiş olabilirler Erdoğan'ı?

Ben bir spekülasyon yapmak için, ithamda bulunmak için söylemiyorum; ama tanığım Erdoğan ile bugünkü davranışlara baktığımda, o Erdoğan'ın bu davranışları yapmaması gerekirdi diye düşünüyorum. Yani dünyada yer yerinden oynayacak, bütün dünya Doğu Türkistan'dan bahsedecek, 39 ülke bir araya gelip bir mektup imzalayacak, herkes Doğu Türkistan'daki zulümden bahsedecek, orada ezan yasaklanacak, Müslüman ismi yasaklanacak, "Esselamun aleykum" demek yasaklanacak, selam vermek Uygur bölgesinde şimdi terör işareti sayılıyor…

Bunlar olacak ve benim bildiğim eski Erdoğan bunlara sessiz kalacak, benim aklım almıyor. Ve sessiz bakın… Hiçbir söz sarf etmedi. Filistin'deki kardeşlerimize yapılan zulme biz nasıl karşıysak, biz Uygurlara da aynı sesi vermemiz lazım. 


"28 Şubat'ta başörtüsüne karşı olan aktörler, bugün Cumhur İttifakı'nın görünen, görünmeyen ortaklarıdır"

-Peki, iç politikaya dair…

İç politika boyutu da var. Neden? Çünkü yaptığınız siyasi tercihlerle kafanızdaki yönetim modeli birtakım ülkelere yakınsa başka bir yol tercih edebiliyorsunuz. İçeride de 28 Şubat aktörleri… Erdoğan'ın en kritik konularda referansı "kazanımlarımızı kaybetmemek", değil mi?.. 28 Şubat sonrası dönemde...

28 Şubat'ın çilesini kim çekti? Biz çektik, hepimiz çektik. Peki, 28 Şubat'ın ideoloğu kimdi? Perinçek. 28 Şubat'ın çilesini çeken bizler, televizyonlarda bile konuşmamız yasak… Perinçek ise her gün televizyonlarda. Perinçek'in izinsiz olarak o televizyonlara çıkabilmesi mümkün mü?.. Peki, nedir Perinçek'e Erdoğan'ı mahkum eden şey?.. İşte Uygurlar meselesi de bununla ilgili. Uygur meselesinde sesi çıkarsa, Perinçek de konuşmaya başlar, Çin'den beklenen paralar gelmez. Varsa beklenen bir par, bir şey, bilemem… 

Bu, Çin karşıtlığı da değildir. Nasıl Filistin konusuna sahip çıkmaz doğalsa, nasıl bir taraftan Bosna'yı savunurken, aynı zamanda biz Sırbistan ile görüşmeler yapmışsak ve doğru biz zemine oturtmuşsak; aynı şekilde Uygurların hakları da savunularak Çin'le görüşülebilir. 

Ama bunların hepsi birbiriyle irtibatlı. Türkiye'deki şu andaki yönetim modeli, 28 Şubat zihninin, Erdoğan'ın kitlesel desteğini kullanarak Türkiye'yi getirdiği yerdir. Bakın bunu bilinçli olarak şimdi zikrediyorum. 28 Şubat zihni, muhafazakar görünümlü bir lider desteği olmaksızın o Türkiye'yi kuramayacaklarını gördüler ve Sayın Erdoğan'ın hepimizin desteğiyle, halktan aldığı desteği kullanarak, 28 Şubat'ın ideologlarını; 90'lı yılların Türkiye'sindeki aktörleri siyasete geri getirdiler. Unutulmuştu o aktörler. O tavırlar unutulmuştu. 

Şimdi başörtü konusundaki tartışma da… Burada kastettiğim, Türkiye'nin o 28 Şubat döneminde net olarak başörtü karşıtı olan, ezanın asli düzenden çıkartılarak Türkçe okunmasını da savunan, bütün bu unsurları olan kesimler şimdi Cumhur İttifakı'nın görünür, görünmez ortakları. Ve otoriter.


-Peki, neden efendim? Siz bunu neye bağlıyorsunuz?

Buradaki ayrım, zihniyet ayrımı. Otoriter bir zihniyete sahip olanlar bir yerde toplanmaya başlıyorlar. Şöyle düşünüyorlar: "Bu otoriter yapıda güç elimdeyse, ben istediğimi yaparım ve ülkeyi yönetirim."

Şunu da fark etti. Ben FETÖ taktiği olarak görüyordum, bunu da söylüyorum açık bir şekilde, Sayın Erdoğan'a da bunu 15 Temmuz'dan sonra ifade etmeye çalışmıştım. FETÖ'nün tüm amacı şuydu: "seçimi siyasiler yapsın"; –bu bazen Özal olur, bazen Ecevit olur, son dönemde de AK Parti- "Seçimi partiler kazansın ama bürokraside ben etkili olayım, devleti ben yöneteyim, halka hesap vermeden…"

Bugün de binlerle bile oy alamayan bir parti eğer "Ülkeyi AK Parti değil, biz yönetiyoruz" diyorsa, o şu demektir: Oyu alanlar, o samimi muhafazakar kitlelerin hislerine tercüman olarak oy alanlar, Ankara'ya geldiklerinde ülkenin yönetimini 28 Şubat artıklarına teslim ediyorlar. Bu, Türkiye için büyük tehdit. Bu, o geniş muhafazakar kesim için de büyük tehdit. 

Ve bunların bizimle olan mücadelesi de bu. Şahsımdan bahsetmek anlamında değil, o kitleler nezdindeki taahhüttüm anlamında, son 1 Kasım'daki seçimde yüzde 49,5 oy almış, o geniş oy veren kesime hala sorumluluk hisseden birisi olarak söylüyorum… Çünkü biliyorlar ki şahsen ben bu sistemin içinde oldukça, bu ülkeyi kimse 28 Şubat parametrelerine ve antidemokratik otoriter yapıya döndüremezdi. 

Şimdi de Gelecek Partisi'ne düşmanlıkları buradan. Bakın bunların hepsi Gelecek Partisi'ni engellemeye çalışır. Çünkü biliyorlar ki, hem biz o geniş kitlelerin kalbine hitap ederiz hem de Ankara'da özgürlükçü bir siyaseti hakim kılarız. Bizim özgünlüğümüz burada.


"Sağlar'la ilgili konuşurken tüm CHP'yi aynı kefeye koymak doğru değil"

-Burada tabi Fikri Sağlar'ın yaptığı açıklamaları da sormak isterim. Yaptığı açıklamalar, türban konusu çokça konuşuldu, tartışıldı. Fakat sonrasında Sayın Sağlar kendisini ifade ederken şu eklemeyi de yaptı; "AK Parti dini siyasallaştırıyor, dini bir alet olarak kullanıyor" dedi. Aynı açıklamayı Sayın Karamollaoğlu ile yaptığımız özel röportajda kendisi de sarf etmişti. Saadet Partisi Lideri de "AK Parti dini siyasallaştırıyor" diye, Sayın Sağlar da aynı şeyi söyledi. Fakat biz, ikisine verilen tepkinin dozunun daha farklı olduğunu gördük. Bunun bir nedeni var mıdır?

Şimdi bu konuda bizim tavrımız açık ve net. Sayın Fikri Sağlar, bırakın 21'inci yüzyılı, 20'nci yüzyılda bile yaşamıyor. 19'uncu yüzyılın Üçüncü Fransız Cumhuriyeti'nin dünyasında yaşıyor. "Dini değerler, kıyafetler, dini, manevi bazı değerlerin siyasi hayatta görünür olması bizatihi kötüdür ve laikliğe aykırıdır" düşüncesi 19'uncu yüzyılın zihniyetidir. 

Bu konuda, bizim parti olarak da kanaatimiz net ve açıktır. Sayın Sağlar, çağ dışı bir zihniyetin sözcüsü olmuştur. Kıyafetleriyle insanları yargılayan kim olursa olsun çağ dışı bir zihniyetin bir parçası olur. Onun için Sayın Kılıçdaroğlu'nun Sayın Sağlar'a verdiği tepki, çok doğru bir tepkidir. Ve bu anlamda da Sayın Kılıçdaroğlu, o klasik zihniyetin çok ötesine geçen çağdaş bir tepki vermiştir. Ve biz bunu söyledik. 

Sayın Erdoğan ise Sayın Sağlar'ın yanlış fikrini eleştirirken, Sayın Kılıçdaroğlu ile birlikte bütün CHP, bütün bir muhalefet sanki Sağlar gibi düşünüyormuşçasına davrandı. Halbuki burada, eğer Sayın Kılıçdaroğlu, 10 sene önceki –düşünün ‘Eller kaosa kalktı' 2008 krizini hatırlarsanız- o CHP'den bugüne gelmişse, Sayın Kılıçdaroğlu ile bu özgürlükler temelinde konuşun. Sağlar'ı eleştirirken bütün bir CHP'yi aynı kategoriye koymak doğru değil…Hele burada kullandığı tabir…


"Sağlar'ın ifadesi çağ dışıysa, 'vitrin mankeni' ifadesi ahlak dışıdır"

- "Vitrin mankenleri" ifadesi…

"Vitrin mankeni" ifadesi ise… Sağlar'ın ifadesi çağ dışı ise, "vitrin mankeni" ifadesi ahlak dışıdır. Bir kadın için, hele hele siyasete girmiş bir kadın; siyasi muhalifiniz için "vitrin mankeni" diyeceksiniz… Bir de bunu hukukunu koruduğunuz başörtülü kadınlar için kullanacaksınız, nihayetinde "vitrin mankeni" dediği başörtülü kadınlar. Şimdi başörtülü kadınlara, kadınların geneline -başörtülü kadınlar söz konusu olduğu için bu şekilde söylüyorum- saygı bu mudur? 

İşte buradan itibaren dini bir değerin, siyasal bir şekilde istismar edilmesi başlar. Yani senin yanındaysa başörtülü kadın saygı görmeli, başkasının yanındaysa "vitrin mankeni". İşte burada artık manevi alan biter, ahlaki sınırların ötesine geçilmiş olur. Başörtülükadın, başı açık kadın, nerede olursa olsun saygıya layıktır. 


"Başörtüsü yasağını bir daha bu ülkeye kim getirmek isterse, 15 Temmuz'da direndiğimiz gibi direniriz"

Burada ayrıldığımız nokta bu. Fikri Sağlar'ın "dinin siyasallaşması" diye söylediği başörtüsünün görünür olması, bizim için kırmızıçizgidir. Başörtüsü yasağını bir daha bu ülkeye kim getirmek isterse, 15 Temmuz darbesine nasıl direnmişsek, sonuna kadar direniriz. Ve bunun teminatı da artık AK Parti ve Sayın Erdoğan değil, Gelecek Partisi ve biziz.
Kazanımların da teminatı biziz. Çünkü kazanımları koruyacak olan kutuplaştırmak değil, uzlaşmak.

Bir çağrıda bulunmuştum geçenlerde, Sayın Erdoğan'a düşen burada şu; Sayın Kılıçdaroğlu'nu Sayın Fikri Sağlar ile özleştirerek Sayın Kılıçdaroğlu'na ağır ifadeler kullanmaktansa, "Madem Sayın Kılıçdaroğlu da böyle düşünüyor, oturalım, bu başörtüsü yasağını bir daha kimsenin zihninden geçiremeyecek şekilde bir düzenleme getirelim, yasal teminat altına alalım" demesidir mesela.  Ben olsam öyle davranırdım. 

Niye herkesi böyle başörtüsü düşmanı gibi bir kategoriye koyarak başörtülülerin desteğini almaya kalkışılsın ki?.. Kim, şu veya bu partideki başörtülü bir hanımefendinin bunu "vitrin mankenliği" için yaptığını iddia edebilir?..


"Bugün Türkiye'yi faiz cenderesine sokan Sayın Erdoğan ve damadı Albayrak'tır"

-Tabi, diğer partiler içerisindeki başörtülü kadınlar arasında da çok büyük yankı uyandırdı. Halk nezdinde de öyle…

Ama dinin siyasallaşması mı veya kötü kullanılması diyeyim; siyasallaşması ayrı tabir. Dünyanın her yerinde, demokrasilerde dini değerlere atıf da vardır. Yani bu muhafazakar partilerin hepsinde olan bir şeydir. Ama dinin kullanılması mı?.. Faizlerin yüze 0,25 arttığı dönemde faiz karşıtlığı yapıp, dini bir konu olarak bunu ele aldıktan sonra, iki ay içinde faizleri 675 baz puan artırmayı doğru bulursanız, işte bu istismara girer. 

Çünkü milletin önem verdiği manevi bir değeri, siyasal anlamda, birilerini kötülerken kullanıyorsun, "faizci" diyorsun, ama kendin onun yaptığının 10 misli bir faizi iki ayda yapıyorsun, o zaman buna "rasyonel ekonomi" diyorsun. İşte bunlardan kaçınmak lazım.

Doğru olan şeyi, faiz, ekonomiler için bir cenderedir. Bugün bu faiz cenderesine bu ülkeyi sokan da Sayın Erdoğan'dır, damadı Berat Albayrak'tır. Çünkü takip ettikleri faiz politikası, kuru tırmandırmıştır. Kuru kontrol altına almak için de faizi yükseltmek zorunda kaldılar. 


"İktidar kimseyi dışlamasaydı, bugün darbe tartışmaları zemin bulamazdı"

-Şimdi müsaadenizle bir başka başlığa geçelim mi. Darbe konusuna değinmişken, aslında sık sık gündeme gelen bir başka konu; darbe tartışmaları. Yine sizin açıklamalarınızdan giderek sormak istiyorum. "Ya bu darbe işini ciddiye almıyorsunuz ya da darbe tartışmaları işinize gelen bir gündem meşguliyeti haline geliyor" gibi bir ifadede bulundunuz. Şimdi baktığınızda dünya genelinde, global bazda, Türkiye'de de öyle, koronavirüs gibi bir pandemi ile uğraşıyoruz, aşı sıkıntısı, diğer taraftan erken seçime gidilecek mi gidilmeyecek mi?.. Bir sürü gündem başlığı var. Neden tekrar darbe konusu açılma ihtiyacı hissedilsin? Neden sizin perspektifinizde böyle yorumlandı?

Şimdi, 15 Temmuz'a karşı millet kahramanca bir direniş sergiledi. Hepimiz de bu direnişe hem destek verdik hem de içinde olduk. O gece ulusal ve uluslararası bütün televizyonlarda konuştum. Uluslararası televizyonlarda konuşan birkaç kişiyim belki. Dolayısıyla biz bütün bir millet olarak, 15 Temmuz'da bu darbe defterini dürüp bir kenara koyduk aslında. Bundan sonra darbeye niyet edenler, halkın bu tepkisi karşısında bir daha zihnine getirmemeleri gerekir.

Nitekim o gece, özellikle yurt dışında yayın yapan kanallarda katıldığım yayınlarda şunu demiştim -ki o sırada darbe oldubitti gibi bakıyordu yurt dışında gece 02.00-03.00 civarında- "Bugün Türkiye'de darbe oldu ve karanlık bir gece var diye düşünenler varsa bilsinler ki bu karanlık gecenin sabahı aydınlıktır. Ve bir daha bu ülkede kimse darbe sözünü yarın sabahtan itibaren ağzına alamayacaktır" dedim. 

Buna o gece, o darbenin bastırıldığına ve milletin tepkisine inandığım için vermiştim. Şimdi aradan 4 buçuk yıl geçti. Darbe nasıl tekrar gündeme gelebiliyor? Bunun sorumlusu sadece darbe yamak isteyenler mi? Birileri darbe yapmak ister her yerde, Trump da Washington'da darbe yapma kalktı…


-Onu soracaktım. ABD'deki durumların Türkiye'ye yansıması nasıl olacak?..

Onu ayrıca ele alırız, ama Türkiye'de niye 4 buçuk yıl sonra tekrar darbe ciddiye alınır hale geldi? Bunun sebebi, hem bu darbeyi zihninde ola ki kuranlar varsa onlar zaten suçludur; ama iktidarın uygulamalarıdır. Çünkü iktidar 15 Temmuz darbesi sonrası, eğer toplumun bütününü kuşatan bir demokratik reform ortamı oluştursaydı, kimseyi dışlamasaydı, ötekileştirmeseydi ve bu dışlama ve ötekileştirme üzerinden bir toplumsal gerilim ortamı olmasaydı, bunlara kim zemin bulabilirdi?..

Bizim gerek daha önceki örneklerden hareketle, darbeyi meşru kılıcı yorumlar karşısında tutumumuz açık. Kesinlikle kim seçilmiş cumhurbaşkanını, seçilmiş meclisi hareket geçerse, o cumhurbaşkanıyla ne kadar ihtilafımız olursa olsun, biz o cumhurbaşkanının yanındayız. Ama cumhurbaşkanının görevi de ülkede bu darbe söylentisine bir daha yol açmayacak şekilde demokrasiyi muhkem zeminlerde inşa etmektir. 


"Pelikan, devleti paralel bürokratik örgütlenmelerle kullanan bir yapıdır"

-Bir taraftan da efendim "FETÖ ne kadar büyük bir belaysa, Pelikan da aynı şekilde büyük bir bela" ifadeniz var. Bu bilinmiyor muydu, Pelikan'ın adı daha öncesinde zikredilmiyor muydu? Biliniyorsa tedbir alınmadı mı? Yeni ortaya çıkan bir şey değil sonuçta…

Bir kere şunu bir açıklığa kavuşturayım, çok yanlış bir algı var; "Davutoğlu, sahipsiz bir bildiriyle başbakanlığı bıraktı." Yok öyle bir şey. Benim başbakanlığı bırakma gerekçem, ülkeyi emanet ederek, uluslararası bir ziyarete Katar'a gittiğim bir gecede, birlikte bir parti yönettiğimiz 50 arkadaşımdan üçü hariç hepsinin bir metne imza atmasıydı; MKYK. Pelikan değil, kuş sürüleri gelse bizim başbakanlıktan ayrılmamız söz konusu olmazdı. Orada, parti içinde ciddi bir disiplinsizlik işaretidir bu. 

Ve benim özellikle siyasi ahlak, şeffaflık, imar yasası gibi, o aylarda gündemde olan konular da ele alındığında, iki ayrı zihnin, iki ayrı çerçeve yolun ortaya çıkmasıydı. Ve Sayın Cumhurbaşkanı'nın bizzat talimatıyla bu imzaların verilmiş olmasıydı. Ve o gün imza atan MKYK üyelerinin birçoğu gelip benden özür dilediler. Şimdi ben bu heyetle nasıl siyaset yapacağım? İnanmadığı bir şeye imza atıyor, "talimat aldım" diye sonra da gelip benden özür diliyor. Esas kırılma noktası orası. 

Peki, Pelikan niye öne çıktı? O günlerde, iki gün sonra, yine bu benim siyasi anlamda devre dışına çıkmam için harekete geçen çevrelerin çabalarıyla bir bildiri yayımlandı. Bunlar birlikte koordine edilen bir şey, birbirinden kopuk değil. Bunda kimlerin payı olduğunu o zaman sistem içinde olanlar da bilir. Ve bunların talimatla yürütüldüğü de belli. Zaten daha sonra da yaşananlar bunu gösterdi.

O zaman zannedildi ki, "Bu Pelikan, Davutoğlu'nun devreden çıkması için üretilen bir troll çetesiydi, Davutoğlu gittiğine göre bu bitti." Ama zamanla görüldü ki, ülkenin şu anki Adalet Bakanı bile imaen bunlardan şikayet etti. Birçok medya yapılanmasında, basın özgürlüğünü kısıtlayan el değiştirmelerde bu yapının adı geçti. 


"Pelikancılar, FETÖ'yü açıkça 17-25 Aralık'tan sonra öven insanlardır"

Ve bu yapının, aslında bir şahıstan intikam alma veya bir şahsı devre dışı bırakmanın ötesinde, devleti, paralel birtakım bürokratik örgütlenmelerle kullanan bir yapı haline geldiği neredeyse ortaya çıktı. Bu, artık Davutoğlu'nun meselesi olmaktan çıktı. Bir devlet meselesidir bu. Ne olacak ben başbakanlığı bırakmış olsam da sistem düzgün işleseydi kimse bunlardan şikayet etmezdi. 

Ama öyle durumlar oldu ki, bir resmi bakan var, bir resmi makam var, kurum var, bir de oraları denetlemek üzere kurulan bir yapılar var. İşte FETÖ'ye zamanla benzeşen yönü bu. Ve bunların bir kısmı da daha önceki FETÖ yayın organlarında yazı yazan insanlar. Açıkça FETÖ'yü 17-25 Aralık'tan sonra bile öven insanlar. 

Şimdi hani damat Bakan Albayrak, "At izi it izine karıştı" dedi ayrılırken… Evet, at izini it izine kim karıştırdıysa işte bu yapılarda aramak lazım. Önce kendilerine bakmaları lazım. Bütün bu devlet işleyişini de AK Parti'nin kendi iç işleyişini de bu hale getirenlerin önce kendilerini sorgulaması lazım. 

Yapılması gerek şudur, var olan ve hesap verebilir durumda olan makamların, alternatifi, paraleli, yanı, sağı-solu bir yapılanmaya devlette izin verilmez. Bugün FETÖ'ye verirsiniz, yarın Pelikan'a verirsiniz… Hukuta Pelikan yapılanması diye şeyler çıkıyor değil mi yargıda; izin verilebilir mi buna?.. bunun sonu gelmez. 

Beni de bu kadar baskıya, zulme rağmen siyasete tekrar girmeye sevk eden temel amil, bu siyasetin doğasının bozulması, 
Devletin bürokratik mekanizmalarının bozulması, temel hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması ve bu yapılar üzerinden birilerin Türkiye'de otoriter bir rejim tesis etmeye kalkışması.


"ABD'de yaşananlar sistemik depremin, yükselen milliyetçi yapının yansımasıdır"

-Bu anlattıklarınızla zaten sizin hazırladığınız modellerde bu sorunlara aslında yanıt bulur bir yol haritası var. Şimdi iç politikaya tekrar döneceğim ama dış politikaya geçecek olursak. Evet, ABD'de yaşananlar üzerine "Demokrasi ve otokrasi arasındaki ince çizgiyi gördük" ifadenizi yaptığınız açıklamalarda gördük. Türkiye'ye yansıması nasıl olur?

Küresel bir güçteki her gelişme, bütün dünyayı etkiler. Bu sadece bu çağda değil, 16, 17'nci yüzyılda Osmanlı İstanbul'undaki kadın giyimi Avrupa'da da moda oluyordu. Nihayetinde büyük ölçekteki güçler, diğer ülkeleri etkiler. 
-Peki, şimdi Türkiye olarak, ABD'de olanlara dair biz "endişe duyuyoruz" açıklamasını yapıyoruz. Genelde onlar yapardı…
Evvelsi gece CNN International'da dinledim, spiker de aynı şeyi söyledi "Biz bu açıklamaları yapardık, şimdi Türkiye yapıyor" diye. Bu tabi o gün için bizi tebessüm ettiren bir husus. Ama işin esasına ve olgusal yönüne bakarsak, Amerika'da yaşanan her şey dünyayı etkiler. Bu Amerika'yı beğenip beğenmemekle ilgili bir şey değil. 

11 Eylül Amerika'da yaşandı, nihayet benzer bir terör olayı başka bir ülkede yaşansa, o ülkenin sınırları içerisinde kalabilirdi. Ama 11 Eylül Amerika'da yaşandıktan sonra, ben o zaman yazdığım makalede de "Küresel sıkıyönetim ilan edildi artık" dedim.

Afganistan müdahalesi, Irak müdahalesi, birçok müdahaleler, savaşlar dışında bütün ülkeler de özgürlük yerine güvenliğe önem veren politikalara yöneldi. Dolayısıyla orada yaşanan gelişmeler bize de yansır.

Peki, Amerika'da yaşan nedir? Amerika'da yaşanan aslında büyük bir sistemik depremin yansıması. Geçen sene ocak ayında Cambridge University Press'te yayımladığım "Sistemik Deprem" kitabı var; Türkçesi de birkaç ay sonra yayımlandı, şu anda mevcut. Bu kitap esas itibarıyla Trump 2017'de işbaşına geldiğinde benden talep edilen bir makale üzerine yazmıştım. ‘Trump ile birlikte dünya sistemi nereye doğru evriliyor, ne olacak' temelinde 4 yıl önceki bir çalışmaydı, sonra makale kitap haline dönüştürüldü.

Orada vurguladığım bir husus vardı, Amerika, Soğuk Savaş sonrası dönemde stratejik bir gelgit, stratejik bir süreksizlik yaşadı. Soğuk Savaş bittikten sonra 90'lı yıllarda genel olarak Avrupa'da demokrasi yönünde özgürlükçü bir eğilim olduğunda, Clinton ile Demokrat Parti'nin bu şekilde insani müdahaleler vs gibi kavramlarla daha çok taraflı bir yapıya yöneldiğini görüyoruz. 

11 Eylül'le birlikte bu sefer Cumhuriyetçilerle tam tersi güvenlik ve terörle mücadele ağırlıklı, "daha az özgürlük daha çok güvenlik" hani Guantanamo örneğinde olduğu gibi bir anlayışa yöneldi Amerika. Ve Amerika'da milliyetçi bir dalga yükseldi.


-Peki, bu bize nasıl yansıyacak?

O milliyetçi dalga, Amerika'yı dünyada öylesine yalnızlaşmaya sevk etti ki Obama bir siyasi başkan olarak seçildi. Bunu ben 2002'de katıldığım bir konferansta da "Amerika'yı ancak bir siyahi bir başkan rehabilite der" demiştim.  

Şimdi, Obama'nın bazı zaafları, Amerikan toplumu içinde Trump'ı ortaya çıkartan konjonktürü doğurdu. Ve bunların hepsi dünyayı etkiledi. Obama ile birlikte çok taraflılık dünyaya egemen oldu. Obama da geldi ilk konuşmalarından birini İstanbul'da yaptı, biliyorsunuz. Bu Türkiye'nin gücünü gösteriyordu o zaman. Ve Türkiye o zaman bir Amerikan Başkanının dünyaya vereceği mesajı İstanbul'dan vermesi gerektiği fikrini veriyordu. 

Trump ise tekrar tamamıyla beyaz ırkçılığına dayanan, siyasileri, Müslümanları… Cumhuriyetçilerin en uç kanadını temsil eden George W. Bush bile eleştirdi Trump'ın tutumunu. Onun ötesinde bir modele yöneldi. Ve bu model, Amerikan sisteminde 1810'lardan bu yana Kongre baskını –o zamanlar İngiltere'nin bir müdahalesi olmuştu- o günden bu güne ilk defa fiili bir güç kullanımına yöneldi Amerikan başkenti. Bunun mutlaka derin sarsıntıları olacak.

Bize yansımaları nasıl olacak? Dünya, dışlayıcı popülizme dayanan otoriterlikle kapsayıcı demokrasiye dayanan demokratik düzenler arasında gidecek. Bütün dünyada bu böyle olacak, bir sarkaç gibi bu. Pandeminin ilk dönemlerini hatırlayın, "Otoriter ülkeler çok daha kolay, iyi yönetiyor; çünkü bir merkezden" deniliyordu. Ama zamanla anlaşıldı ki, otoriter ülkeler, Brezilya, Çin, Amerika gibi son derece kötü yönettiler, fakat demokratik denetimin olduğu ülkeler, Japonya, Almanya gibi, çok daha başarılı yönettiler.

Konjonktürel bakmamak lazım. Şu anda bizim Türkiye'de son dönem yükselen otoriterliğin temel gerekçelerinden bir şu oldu; "Dünyada her yerde böyle, Bakın sadece Erdoğan mı? Trump da böyle, Boris Johnson da böyle…" İşte şimdi yanılgının geldiği yer burası. O zaman biz diyorduk k, "Bunlara, dünyada yükselen trende, ilkelerinize bakın. Biz özgürlükçü olmak durumundayız." 


-Burada bir virgül koyacağım Sayın Davutoğlu, yani yarın ABD'de yaşananlar, Türkiye içerisinde de "Bakın Amerika'da da bile bunlar yaşanıyor" gibi bir örnekle, aslında bir söz vardır "Kötüden örnek olmaz" diye. Yarın bir gün bu şekliyle, kendi ülkemizin sınırları içerisinde söylem olarak karşımıza çıkabilir mi?

Onun bir adım öncesini söyleyeyim. Şimdi Sayın Erdoğan ve diplomasi yapanlar neden Ankara'da şu an bocalıyorlar, biliyor musunuz… Trump gibi İslam düşmanı, Kudüs düşmanı, Filistin düşmanı, -Bakın bunları onların kullandığı terimler olarak söylüyorum- "Müslüman yasağı" diye yasa çıkarmış birini, beyaz ırkçılığı yapan birini, otoriter birini, Türkiye için "sığındığı liman" gibi gösterip, "Trump Reis" diye andılar. Ve Erdoğan'a "Aptal olma" diye mektup yazan birini baş tacı ederek bütün yatırımlarını oraya yaptılar. "Seçimi o kazanırsa Türkiye feraha erer, o kazanmazsa kaybeder" gibi. Şimdi o kaybedince bu sefer evvelsi günkü Trump'ın ifadelerin bile sahiplenen, iktidara yakın troller ortaya çıktı. 

Bu kaybedince ne yapacaklarını bilemiyorlar. "Endişeliyiz" demek güzel istihzai olarak. Peki, sen ülkede demokrasiyi nasıl koruyacaksın?.. Joe Biden, Türkiye için bir reçete değil, Trump da değildi. Türkiye'nin reçetesi kendi içindedir. O zaman başlıyor bu "Yarın benzer bir senaryo Türkiye'de olur mu" kurgusu, kaygısı… Şunu net bir şekilde ifade edeyim ki benim ve partimin tutumu şu olacaktır: 

Nasıl 15 Temmuz gecesi darbe karşıtlığında net bir tavır sergilemişsek ve o net tavır sergileyen Ak Parti il başkanları bizim yanımızdaysa bugün, nasıl bugün birisi darbe yapacağı zaman Erdoğan'la ya da başkasıyla ihtilafa bakmadan net tavır ortaya koyacaksak, bir gün seçim sandığı geldiğinde, bu seçim sandığından kim çıkarsa çıksın, bu seçim sandığından çıkanı tanımayan kim olursa onun karşısında dururuz. Ve o seçim sandığı gelecek. Bir de Türkiye'yi böylesi bir senaryoya insanın kendisini inandırmasına gerek yok. Böyle bir şeye ihtiyaç olmayacak.


"Benimle halk arasında hiçbir zaman seçkinci bir tutum olmadı; ben halktan biriyim"

-Sokakta insanların sizinle ilgili yaptığı konuşmalarda birkaç defa şöyle şeylere denk geldim; "Ahmet Davutoğlu da konuşuyor, çok güzel konuşuyor ama çok akademik konuşuyor." Size de geliyor mu efendim böyle yorumlar? Siz ne diyeceksiniz?

Ben şuna inanırım: Siyaset farklı katmanlarda yapılan bir iştir. İlim adamlığı da öyledir, İmamı Gazali'nin çok felsefi metinleri de var halk arasında okunan metinleri de var. Siyasetçi de farklı katmanlara konuşmalı. Siyaset, halkın anlayacağı şekilde konuşacağım diyerek siyasetin seviyesini –halkın seviyesi düşük anlamında değil- bulgarize etmek doğru değil; siyaseti çok akademik bir dille anlatmak da doğru değil. 

Bunu diyenlere şunu söylemek lazım: Aynı Davutoğlu değil miydi, 1 Kasım öncesi 81 vilayette yüzlerce ilçede konuşup, halkla diyalog kurabilen. Ve o konuşmaların çoğu promterdan falan da değildir. Ben hangi dilin nerede konuşulması gerektiğini o anlamda ayırt ederim. Eğer ben miting meydanlarında irticalen halkın gönlünü bu kadar kazanmamış olsaydım, bugün o halkta bu kadar derin iz olmazdı. "Bu da bir profesör" derlerdi, akademisyen anlamında.

Ama şu an halkın kafasındaki imaj "Bu Anadolu'dan çıkmış, Toros Dağları'ndaki bir yörük, Türkmen Obasının çocuğu, bizden biri, geldiğinde benimle birlikte dizini kırar oturur, Bingöl'de gider bir gençle satranç oynar, Şanlıurfa'da bir Urfalı ile oturur parkta sohbet eder." 

Benimle halk arasında hiçbir zaman seçkinci bir tutum olmadı. Her yerde halkla beraber olduğumda onlardan biriyim ben. Onlar bunu çok iyi biliyor, o yüzden severler beni.


-Onlar açıklamalarınız esnasında sizi dinlerken şimdi mesela bunu da dinleyecekler, diğer röportajlarınızı da dinliyorlar. O gibi örneklerden söyledim.

Birkaç kişi de çok referanslı konuştuğum için şunu demişti; "Siz miting meydanlarını da bir okula çevirdiniz." Doğru, siyasette öne çıkanlar, siyasi liderlerin görevlerinden biri de siyasetin seviyesini yükseltmek, halkla ilişkilerde halkla bilgece konuşmak. Onun için "Bilge Lider" denmesi benim verdiğim bir isim değil, halkın kullandığı isimdir bu sıfat. Bunu benimsemek açısından söylemiyorum, halkımız bilgi ve ahlakla donanmış insanlara saygı gösterir.

Bazen şu oluyor, tam anlamasa bile "E o söylüyorsa doğrudur" anlayışı doğuyor. E o da güzel bir şey. Demek ki öyle bir intiba bırakmışsınız. "Söylediğinde doğru söyler, yalan söylemez." Bu kadar sene siyaset yaptık, benim bir yalanımı keşfeden oldu mu? Elhamdülillah. Halk sadece dile bakmaz, hale bakar, onun gibi yaşayan, onun gibi düşünene bakar.


"İktidar olsak Doğu Akdeniz'deki haklarımızı korur, ancak diplomasinin kapısını kapatmazdık"

-Şimdi konu bilirkişilik iken ben sizin bilirkişi olduğunuz bir başka konuya da değinmek istiyorum.

Malum Dışişleri Bakanlığı yaptığınız süre zarfında "komşularla sıfır sorun" politikasıyla birlikte pek çok ikili anlaşmalar imza atıldı vs. Şu anda iktidarda olsanız komşularımızla sıfır sorun olur mu? Mesela Yunanistan'la? Ya da Doğu Akdeniz'deki sorun nasıl aşılır, aşılır mı?

Stratejik bütün sorunların bittiği yer ancak cennette olur. Benim sıfır sorun ile sembolik olarak işlemeye çalıştığım şey, bir zihinsel devrimdi. Ve bunu yaptık. Yani 1990'lı yıllarda bütün komşularla sıkıntılı, problemli bir Türkiye görüntüsü yerine, benim dışişleri bakanı olduğum dönemi söylüyorum -madem ona atıfta bulundunuz- Yunanistan, Rusya, İran, Irak, Suriye, Bulgaristan, Sırbistan ve Bosna Hersek'le yıllık ortak kabine toplantıları yapan bir dönem başlatmıştık; bütün komşularımızla. Ve her biriyle 20'şer, 30'ar anlaşma… Yunanistan dediniz, 2011 yılında Yunanistan ile 35 anlaşma imzaladık.   

- Onları gayet iyi biliyorum. Bugün için…

Şu anda maalesef bu tablo tekrar, Türkiye'nin bütün komşularıyla sıkıntı yaşayan, her yeri tehdit olarak gören ve kimi zaman Doğu Akdeniz'de olduğu gibi, haklı bir davayı savunurken bile karşısında geniş cephelerle karşı çıkılan bir ülke konumuna getirdiler. Bunun da sebebi bir hamasi söylemin olması. 


- Peki, Yunanistan ile durumumuzun geleceği hakkında sizin önerileriniz nedir? Uygulanması gereken politikayla ilgili…

Yarın iktidar olsak biz, bir kere doğru olan dış politika çerçevesini sürdürürüz. Doğu Akdeniz'deki haklarımız doğrudur; ama üslubu değiştiririz. 


"İktidarda olsaydık Doğu Akdeniz'de önce Mısır'la yeni bir hat çizerdik"

- Nasıl bir üslup takınılmalı?

Şöyle bir üslup takınırız: burada bizim haklarımız var, kimse bizi Antalya körfezine mahkum edemez. Bunu dedikten sonra Avrupa Birliği (AB) ile oturur, çünkü karşımızda Yunanistan olmuyor sadece. Yunanistan AB üyesi olduğu için bütün o Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) tartışmaları doğrudan Avrupa içi mesele haline geliyor. 

İlişkilerimizin ne olduğunu masaya yatırırdık. Vize muafiyeti dahil olmak üzere 2016'da vardığımız anlaşmaların hepsini zemine koyardık. Ve "Gelin şu ilişkileri stratejik düzeyde yeniden tanımlayalım. Biz sizinle kavga etmek istemiyoruz. Türkiye, Avrupa ülkesidir. Ve bir gün Doğu Akdeniz'i ve Ege'yi bütün Avrupa'nın ortak zenginlik alanı haline getirmek istiyorsanız, Türkiye'nin AB üyeliğine üyelik kapısını kilitleyen unsurları birer birer ortadan kaldıralım. Bütün bu ihtilaflı yerlerde ortak projelere ağırlık verelim. Gelin bunları tanımlayalım birlikte" derdim.

Ve otururduk masaya, mesele mesele tartışırdık. Türkiye'nin Antalya körfezine sıkıştıran bir politikada direnirlerse, en kararlı tutumu sergilerdik. Ama diplomasinin kapısı kapanmazdı. Bir gün NAVTEX ilan edip Oruç Reis'i alana sürüp, ertesi gün geri çekmek, sonra Batı Trakya'da Amerika ile Yunanistan tatbikat yaptığında sessiz kalmak, Fransa Kıbrıs'a Baf üssüne bütün anlaşmaları yok ederek uçak gönderdiğinde sessiz kalmak… Böyle dış politika olmaz. Dış politika meydanlarda veya halkı konsolide etmek üzere slogan yapılan bir politika değil, diplomasi masasında kazanılan bir politika. 

Ne mi yapardık? Hemen Mısır'la görüşülür. Hiç tereddütsüz. Mısır rejimiyle çok ciddi ihtilaflarımız var, ama benzer ihtilaflar yaşadığımız rejimler de var. Doğu Akdeniz meselesinde en önemli iki taraf Türkiye ve Mısır'dır, Avrupa Birliği dışında. Mısır ise Türkiye ile işbirliği yaptığında Doğu Akdeniz'de en fazla payını alır. Ama Türkiye ile Mısır arasında şu anda böyle bir görüşme yok. Önce dışişleri bakanlarını sonra kurumları görüştürürdük ve Mısır'la Doğu Akdeniz'dey7eni bir hat çizerdik.
Mesela şimdi Katar, Suudi Arabistan ile ilişkileri düzeltti. Bu kaygı duyulacak bir gelişme değil, aksine bölgede ne kadar sorun azalırsa bizim önümüz açılır. 


"Ankara'dakiler içeride rol yapıyor, dışarıda edilgen. Türkiye'nin Rusya'daki gibi yurt dışındaki imajına üzülüyorum"

- Suudi Arabistan, Yunanistan'a da uçak gönderdi mesela…

İşte sebep ne, bu niye oldu? Mesela 2011 yılında Libya operasyonunda ben dışişleri bakanıydım, Bingazi ve Libya'daki insani yardım operasyonlarına Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar birlikte giriyorduk. Ve BAE uçakları, Adana'dan takviyeyle gidiyordu insani yardım anlamında. 

Katar ile de ilişkilerimiz iyiydi. Katar'a ambargo yanlıştı ve Türkiye'nin de tutumu doğruydu Katar'ın yanında kalma konusunda. Ama bir taraftan da Katar ile Suudi Arabistan arasındaki arabuluculuğu Amerika değil, Türkiye yapmalıydı. Ben olsam bunu yapmaya çalışırdım. 

Nitekim daha önce Bahreyn krizi yaşandığında İran ile Suudi Arabistan arasında arabuluculuğu biz yaptık. Dışişleri Bakanı olarak ben Tahran'a gittim, Suudi Arabistan'a gittim, "Bahreyn krizini nasıl kontrol altına alırız" diye konuştuk ettik.
Ankara'da şu anda maalesef diplomasi yapanlar içeriye konuşuyorlar, içeriye rol yapıyorlar. Dışarıda ise çok edilgenler.

Türk heyetlerinin başkentlerde nasıl karşılandığını ve nasıl muamele gördüğünü ben biliyorum ve üzüntü duyuyorum. 
Türkiye Cumhurbaşkanı'nın Putin'in görüşme odasının kapısında dakikalarca bekletilmesi, Türk-Rus ilişkilerinin iyi olup olmamasından bağımsız olarak bir zillettir. Cumhurbaşkanlarına protokol hazırlanır, cumhurbaşkanları birlikte girerler odaya. Hiçbir cumhurbaşkanı kapıda bekletilmez. Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı'na Trump'ın yazdığı mektup da zillettir. 

Şimdi bu düzeyde itibar kaybettiği zaman ülke, komşularla görüştüğünde adam bakar, "Putin'in kapısında bekliyor, Trump'ın bu mektubuna da sessiz, ben niye ciddiye alayım" der. Gelinen tablo bu maalesef.


"Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı'na bir büyük uçak yeter, fazlası israf"

-Türkiye'deki gelir adaletsizliğine de vurgu yapıyorsunuz. Sayın Cumhurbaşkanının sekiz tane uçağı olduğunu biliyor muydunuz siz?

E tabi.

-Peki, parti içerisinde bir tepki olmuyor muydu?

Bunların önemli bir kısmı daha sonra alınan uçaklar. Benim Dışişleri Bakanlığı yaptığım dönemde, -nihayetinde hepimiz bu devlete hizmet ediyoruz- kullandığımız uçaklar rahmetli Özal'ın 80'li yıllarda aldığı uçaklardı. Ana uçağı, ata uçağı… o yüzden de birkaç kez ciddi kaza riski geçirdik. Dışişleri Bakanlığı dönemimde ben, Özal'ın aldığı 30 yıllık uçaklardan başka uçağa binmedim.

Ama kendim de şu kanaatteydim o zaman, alınması gerekirdi o zaman, doğru da. Şu anda da cumhurbaşkanımızın, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı kim olursa olsun itibarlı bir uçağı olması gerekir. Ama bir uçak yeter. Büyük uçak anlamında söylüyorum bunu. Daha sonra, çok seyahat eden bakan, devlet görevlileri için daha küçük ölçekte birkaç uçak olabilir. 

Ve bu devlet uçaklarının kullanımı çok kurallara bağlanmıştı. Herhangi bir aile biriyi o uçakta resmi görevi dışında kullanılmazdı. Şimdi bu kadar çok uçağa gerek yok. Hem yok, hem israf. Bugün Türkiye 10 yıl önceki Türkiye değil. Hatta 4 yıl önceki Türkiye değil. Fakirleşmenin arttığı, herkese israftan kaçının denildiği bir dönemde bu kadar çok uçak, bu kadar büyük saraylar, bu kadar şatafat halka saygısızlıktır; halkı anlamamaktır.

Dolayısıyla bu uçakların sayısı daha sonra artırılarak ve uygulamalar da sonradan esnetilerek, neredeyse cumhurbaşkanının uçağı oldu bu veya bakanın uçağı oldu. Hayır, Cumhurbaşkanlığının uçağıdır. 

Bakın seçimlerde dahi biz belli aşamaya geldiğinde resmi uçak, resmi araç kullanmazdık. Benim özel kalemim resmen katılmazdı seçime, hiçbir yerde görünmezdi. Çünkü devlet memuru seçimde taraf olmaz. Şimdi bakıyorsunuz Valiler taraf oluyor bazı hususlarda.


"Eskiden yolsuzluk tekildi, şimdi sistemik yolsuzluk oluştu"

- Bu, AK Parti'nin son döneminde mi böyle oldu demek istiyorsunuz?

Son yıllarda arttı. 

- İlk dönem, ikinci dönemde böyle bir şey yok?..

İlk dönemlerde de sapmalar başlar, olabilir. Ama bir şeyin tek tek olması ayrı, münferit derdik eskiden, ama sistemin bütünü o şekle dönüştüğü zaman o başka bir şey. Eskiden de vardı yolsuzluk ama tekildi. Şimdi sistemin kendisi yolsuzluk. Sistemik yolsuzluk diyorum ben buna. Sistem yolsuzluk üzerine kurgulanmış.


"Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Melih Bulu istifa etmeli"

- Boğaziçi Üniversitesi'nde yaşananlar Gezi Parkı Olaylarıyla kıyaslanıyor. Siz, Gezi Parkı Olaylarında da görevdeydiniz. Kıyaslama yapmak doğru mu? Benzerlikler var mı, farklılıklar var mı? Ve atanan rektör Sayın Melih Bulu istifa etmeli mi sizce?

Şimdi bunu bir akademisyen olarak da söylüyorum. Ve bu konuda Sayın Erdoğan'la YÖK, üniversiteler, düşünce özgürlüğü konusunda çok net görüş ayrılıklarımız vardı, eskiden de vardı. Benim kanaatim ve şu anda da savunduğum ilke şudur; üniversite binadan ibaret değildir. Üniversite bir memurluk ve bürokratik bir makam da değildir.

Memur atar gibi üniversiteye rektör atanmaz. Bugünkü kanuni çerçeve buna uygun bile olsa ki ben bu kanuni çerçeveye katılmıyorum. Kesinlikle değişmesi gerekir bu usulün. Ve kesinlikle YÖK sisteminin ve üniversiteler sisteminin kökten değişmesi gerekir. 

Bırakın reformu, devrim yapılması gerekir. Bir üniversitenin, bir ekibin –şu veya bu ekip- kontrolünde olduğu 70'li yıllardaki o üniversite düzeni de yanlıştı. 12 Eylül de yanlıştı. 28 Şubat düzeni hepten yanlıştı. Şimdiki de yanlış. 

Nedir üniversite? Üniversite bir iklimdir; düşünce iklimidir. Çölde limon ağacı yetişir mi? Çölde gül yetişir mi? Yetişmez. Bugün üniversiteleri çölleştirilen bir yaklaşım bu. Nasıl çölleşir üniversite? Bilim insanı "Ben şu fikri beyan edersem cezalandırılırım" diye düşünmeye başladığında üniversite çöle döner. 

Bir üniversite ben kapatılırım korkusuyla siyasi otoriteye selam vermek zorunda kalırsa üniversiteler çöle döner. Geçen sene Şehir Üniversitesi zannedildi ki benimle Erdoğan arasındaki şahsi bir mesel… Evet, şahsi bir boyutu var, Erdoğan bir intikam hissiyle yaptı bunu ama… 


- Öyle mi?

Tabi gayet açık. Başka türlü neyle izah edeceksiniz?.. Ama bu mesele kişisel bir mesele değildi, zihniyet meselesiydi. Şimdi şuraya geleceğim. Üniversite rektör atamalarının sisteminin kendisi yanlış. 

Bugün geçerli sistem cumhurbaşkanının ataması. Bugün cumhurbaşkanı da söyledi: "Bana YÖK'ten 9 sisim geldi" dedi. Hangi isimler olduğunu da bilmiyoruz. Atama yapılırken, bir memur ataması gibi "ben yaptım oldu" yerine, bilgece, üniversiteye yakışır bir tutum nedir; üniversitedeki önemli öğretim üyeleriyle istişare etmek, oradaki iklimi gözetmek. Şimdi Sayın Rektör Melih Bulu acaba orada nasıl rektörlük yapacak?


-Şu anda istifa etmeli mi sizce?

Ben olsam demek istemem ama orada rektörlük görevi yapamayacak ortam oluşmuşsa istifa etmeli. Neden biliyor musunuz?.. Ben bazı videoları gördüm; öğrencilerden böylesine dışlanmış bir rektörün, o iklimi oluşturması çok zordur. Mesela düşüncesi sebebiyle dışlansa o kadar önemli değil, çünkü sen şu ideolojidensin vs. Eskiden olurdu, bir öğretim üyesi sağcılar protesto eder, solcuysa sağcılar… Ama o öğretim üyesinin kalitesi varsa o özgüvenle girer ders anlatır.

Benim ders anlattığım öğrencilerimin hepsi benim gibi düşünmek zorunda değil. Ama o üniversite öğrencilerinin hemen hemen değişik kanatlarından oluşan hepsi birden etik olarak ve psikolojik olarak bir rektörle problem yaşıyorlarsa, o rektörün orada rektörlük yapması çok zor. İstifa etmeli bence. Kendisi için bu daha iyi. Cumhurbaşkanı da bu anlamda kararını geri almış olmaz, o da olabilir tamam diyebilir. 

Ben olsam bir yerde rektör veya hoca, kafeye gidip öğrencilerle oturmak isterim. Ben yaptım bunu, bilirler bunu benim öğrencilerim. Hiç beklemedikleri anlarda dersin bir kısmını kafede yapardım, bir kısmını yemek yerken yapardım. "Ya çocuklar canımız sıkıldı bir çay çelim" der, dersi o sırada yapardım. Bir kere sınıfta olmayan bir öğrenciyi, bir başka öğrencinin telefonundan aradım "Neredesin" dedim, "sana ne" dedi bana, çünkü arkadaşı zannetti, "Senin bir yerde olman lazım" falan dedim, meğer Taksim'de geziyormuş, sonra anladı ve geldi.


- Siz öğrencilerin sevdiği bir Hoca tipiymişsiniz. Kafelerde ders yapmak, telefonlarla aramak…

Tabi tabi… Benan Hanım yürüyerek ders yapardım ben. Bunu kendimi anlatmak için söylemiyorum. Öğrenci-Hoca ilişkisi ancak bariyerler kalktığı zaman olur. Rektör ise sadece öğrenci ile değil, akademisyenlerle hemhal olacak, oturup sohbet edecek… Şimdi akademisyenler rektörlük binasına sırtlarını dönmüş, tepki gösteriyorlar. Şimdi nasıl olacak bu ilişki biçimi?..

Bunu Boğaziçi'ne has da görmüyorum. Ben Boğaziçi mezunuyum. Aynı Boğaziçi'nde 14-15 sene önce gençler başörtüsü yasağına direniyordu. Geçenlerde bir gazete yazarı "yok o dönemde yoktu" vs diyordu. Hayır. 2006'da benim Boğaziçi Üniversitesi'ndeki kızım okurken başörtüsü yasağı vardı. Ve biz de iktidardaydık. Ve biz "Üniversitelere müdahale etmeyin, bırakın öğrenciler istediği gibi girsin" dedik.

Şimdi başörtüsü yasağını protesto ettiğimiz ve gençlik yıllarında Boğaziçi Üniversitesi'nde öğrenci hareketleri içerisinde de bulunmuş, o günkü sol ağırlıklı öğrenci ortamı karşısında kendi düşüncelerini tek tek savunarak başka bir öğrenci hareketliliği oluşturmuş biri olarak söylüyorum: Ben Boğaziçi Üniversitesi'nin kapısına kelepçe vurulmasını, sadece Boğaziçi değil, bütün üniversitelerin kapısına kelepçe vurulması olarak görüyorum.  Nasıl o resme tahammül edilir? Kelepçeyi biz 28 Şubat'ta kabul eder miydik? 12 Eylül'de kabul eder miydik?


"Sayın Erdoğan da öğrenci hareketlerinde bulundu. Boğaziçi Üniversitesi'nde demeç veren öğrenciler terörist değil"

- "Orada bir şey bulamadılar. O yüzden kelepçe ile kapatmak zorunda kaldılar" gibi bir açıklama yapıldı gerçi…

Olmaz öyle şey. Semboller önemlidir. O zaman o kapıyı da kapatmayacaksınız. Bırakın öğrenciler kanaatlerini serdetsinler. Sayın Erdoğan "terörist" dedi. Olmaz. Terörist ifadesi alelusul herkes için, b ir kitle için… Orada bir kitle var. İçinde başörtülüler var, muhafazakar gençler var.

Sayın Erdoğan'ın da tanıdığı bir muhafazakar kesimin çocuğu da o konuda açıklama yaptı. Bizim de tanıdığımız, sevdiğimiz, muhafazakar sivil toplumun önemli yerlerinde görev yapmış bir arkadaşın çocuğu bu konuda demeç verenlerden birisi. Ve yanında demeç verenlerden bir diğeri de başörtülü bir kız. Terörist mi bunlar? Değil.

Devlet adamının görevi, ortada küçük bir alev pırıltısı varsa onu söndürmektir. Onu büyüsün, bir yangın olsun da yangın itfaiye ordusu organize edeyim diye düşünmemektir. Orada küçük bir yangın potansiyeli mi var, onu hemen söndüreceksin. Boğaziçi'nde ben öğrencilerle neyi konuşayım ifadesi doğru değil, ben olsaydım gider konuşurdum.


"Gezi Olaylarının ilk dönemlerinde yapılan hatalar Boğaziçi Üniversitesi'nde yapılmamalı"

Gezi Olaylarında da olayın ilk aşamasında çevre boyutlarında olduğu anda görüşülmesi gerekirdi. Aslında Sayın Cumhurbaşkanı da o zaman görüştü birkaç gün. Benim de devrede olduğum görüşmeler oldu. Daha sonra birileri istismar etti ve olaylar gerçekten kamu düzenini bozan bir boyuta geldi. Benim evimi bile basmaya kalkan guruplar zuhur etti. Terör örgütleri gerçekten sivil niteliğini bozdu o hareketin.

Şimdi eğer o kıyas yapılacaksa, kıyasın doğrusu şu: Sayın Cumhurbaşkanı ve yetkililerin, öğrencilerle, akademisyenlerle, herkesle konuşarak bu potansiyel yangını söndürmesi, yaymaması, kutuplaştırmaması. Kıyas yapılacaksa diyorum. Terör örgütleri istismar eder mi bunu, eder, terör örgütleri her şeyi istismar eder. O istismarı engelleyecek olan da devletin güvenlik görevlileri, istihbarat görevlileridir. 

Ama bütün bir öğrenci kitlesine terörist derseniz, olmaz. Ki hepimiz, Sayın Erdoğan da öğrenci hareketleri içerisinde bulundu. O zamanda bize birileri öyle diyordu, "anarşist" diyordu şu veya bu ekolde olanlara. Hepimizin bir kere öğrencilerin, gençlerin arayışına saygı göstermemiz lazım. "Ben yaptım, oldu" dememek lazım. 

Bu Boğaziçi meselesinin ötesinde bir mesele bu. Bütün Türkiye üniversitelerinde bir kere atama usulü değişmeli de devam edecek bile olsa, YÖK'ün verdiği 9 isim ki herkes bilir ki 5-6 tanesi aslında bellidir en başından. Aynen Cumhuriyet Başsavcısının önce Yargıtay üyesi sonra Anayasa Mahkemesi'ne üye yapılması gibi usul baypası…

Orada en başından niyet bellidir. Eğer böyleyse aynı hakkı ben kullanacak olsam, değiştirirdim -kullanmazdım böyle bir şey ama- çağırırdım oranın daimi öğretim üyeleri kim, öğrencilerini bir yoklardım, en çok sevilen isim kim, sembol isimler vardır vs. Mesele şu; çözmek mi istiyorsunuz, sorunu tırmandırmak mı… 

Eğer terör örgütleri, sorunu tırmandırmak isterse, net olarak bir cevap vereyim, böyle bir gençlik hareketini veya gençlerin bu taleplerini istismar eden terör örgütleri çıkarsa onu da kesinlikle ceza gereği yapılmalı. Öğrenciler de onlara karşı zaten tedbir almalı. Ama devleti yönetenlerin sükûnetle, suhuletle, zaten yeteri kadar memleketin başında problem var. Yoksulluk almış başını gidiyor. Hele hele bu yoksulluğu örtmek için tekrar kutuplaştırıcı bir dil kullanıp "Boğaziçi seçkinler" vs bu tür dillerle, bu üslup ile toplumu kutuplaştırmak çok çok zarar verir. 


"Aşı konusu bir milli güvenlik sorunudur artık. Türkiye'nin insanını denek haline getirdiler."

- Şimdi bir de koronavirüs aşısını sormak isterim. 1, 5 milyon vatandaşa yapılabilecek sayıda 3 milyon aşı söz konusu. "Geri kalana ne olacak?", "Neden hala aşı yapılmaya başlanmadı?" tartışmaları da yaşanıyor. Siz iktidarda olsanız bu soruna nasıl çözüm üretirdiniz?

Şimdi bir kere başından itibaren salgın döneminde uygulanan politikaların tümü son dönemlerde iflas etti. Ekonomi alanında iflas etti, hibeler yerine kredi verilmesi, borçlanmalar, esnafın çileleri vs. Ama en büyük iflas sağlık alanında yalandı. 

Başta hepimiz Sağlık Bakanının arkasında durduk. Olumlu beyanatlarda bulunduk. Hele hele sağlık emekçilerimizin hala hepsine minnettarız, bundan sonra da çalışmalarında başarılar dileriz. Ama sağlık politikalarına güven kalmadı. Bir gün, herkes "artık bu salgın kontrol altında" demeye başladığı bir dönemde 30 bin vakayı ilan ederseniz, sisteme güven kalmaz. 

İkinci güven problemi aşı konusunda yaşandı ve yaşanıyor. Aşı konusunda takip edilen yol hem bir skandaldır hem bir fiyaskodur hem de açıkçası bir milli güvenlik sorunudur artık. Bütün dünya ülkeleri aşı meselesini, kendi halkının geleceğinin temel güvenlik sorunu olarak görüp, bunu bir güvenlik meselesi olarak ele alıp tedbirlerini aldılar.

Nasıl mı aldılar? Bazlıları doğrudan aşı üretti. Oxford Üniversitesi İngiltere'de olduğu gibi, Almanya'da bizim iki Türk bilim insanımızın onuruyla da taçlanmış Pfizer aşı çalışması gibi. Amerika'da oldu, Çin'de oldu. Herkes ulusal tedbirini aldı. Bizde aşı ulusal çalışması yapıyoruz dendi ama nereye gelindiği konusunda en bir bilgi yok. Peki, yapamadın içeride, yapacağın başka bir şey dışarıdan en güvenilir aşıyı en kısa sürede ülkeye getirmektir. Bütün ülkeler bunu yaptı. İsrail vatandaşlarının yüzde 16'sını bu hafta itibarıyla aşıladı, aşılandı bitti yani. 

Peki, bir kaynaktan mı yapıyor bu ülkeler? Hayır, herkes bulabildiği bütün kaynakları, kimlere ağırlık veriyorlar; Faz 3'ü geçmiş aşılara. Yani testte, laboratuvarda denenmiş, hayvanlar üzerinde denenmiş, insanlar üzerinde denenmiş aşılardan. Bunu tercih ediyorlar. 


"Çin'le aşı konusunda yapılan bir anlaşma yok, varsa çıkartıp göstersinler"

Türkiye peki ne yaptı? Uzun süre çeşitlendirilmiş bir aşı arayışına girmedi, bir tek Çin'e yöneldi. Çin'deki de Faz 2 çalışması tamamlanmıştı. 3. Faz çalışması ise Brezilya'da Türkiye'de yapılıyor işte şimdi. Bu, Türkiye insanını denek haline getirmek demek.

Peki, Çin'le nasıl yapıldı? Çin'le de oturup bir anlaşma yapılmadı. Bakın bunu spekülasyon olarak söylemiyorum. Varsa çıkarsınlar, "Biz şu anlaşmayı imzaladık" desinler. İlk aşının geleceği 11 Aralık diye bir tarih ilan ettiler, gelmedi. Niye gelmedi. Neden gelmedi? Olan şey, Çinli firmayla bir telefon üzerinden veya dolaylı bir görüşme. 

Şu sorulara cevap vermeleri lazım: Çin ile anlaşma yapıldıysa anlaşmanın metnini gösterin. Kaç doz üzerinden anlaşma yaptınız? Böyle bir tablo yok. İkincisi "aracı yok" dediler, aracı bir firma çıktı. Aşı meselesine bile rant olarak bakan bir yönetim anlayışı, bu sağlık sorununu çözebilir mi? Bütün ülkeler aşı meselesini bir güvenlik sorunu gördü, bizimkiler "milli beka, milli beka", "milli güvenlik" dediler, aşı konusunda Türkiye'nin, bütün halkın güvenliğini sarsacak bir yola girdiler. 

Avrupa'daki aşılarda da Sayın Uğur Şahin'in açıklaması oldu, "Benimle kimse görüşmedi" diye. Hiçbir alternatif aşıya yatırım yapılmadı. Sonra da Çin firması aşıları göndermeyince, hükümet nezdinde teşebbüs ettiklerinde, Çin hükümeti "Ya sizin ortada aşınız yok" diye cevap vermek durumunda kaldılar. Böyle bir komedi olabilir mi?..

Gelelim rakamlara, aşı gelmiş olsa bile 3 milyonluk büyük tantanalarla gelmiş olan aşı, 1,5 milyon kişi yani yüzde 2'lik bir rakama tekabül ediyor. Peki, geri kalanı ne olacak? Kimlere öncelik vereceksiniz? Aşı öyle bir şey ki toplumun bütününe yakın oranını aşılamadıkça bir anlamı yok. Toplumun önemli kısmını aşılayacaksınız ki salgın bitmiş olsun. Daha bunların da neticelerini göreceksiniz.

Şu anda Türkiye aşı konusunda Mısır'dan geri durumda. Mısır, halkının galiba yüzde 60'a yakınını aşılayacak şekilde anlaşmaları bağlamış görünüyor. Birçok ülke bu anlaşmaları yaptı. Türkiye'nin ise daha yaptığı hiçbir anlaşma yok. Gelecek aşılarsa çok yetersiz ve halk arasında bazılarının korunduğu bazılarının korunmadığı, seçkin bazı yakınların aşıyı hemen temin edebildiği, geniş halk kitlelerinin temin edemediği gibi iki hasta kategorisi oluşacak. 

Aşı meselesi bir milli güvenlik meselesidir. Bu ciddiyetle ele alınmalıdır. Önümüzdeki birkaç ay içinde görülecek ki bu hükümetin en vahim hatalarından bir tanesi aşı konusunda takip ettiği politikadır.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU