Fırça darbeleriyle coğrafyanın hafızasını taşıyan sanatçı: Ahmet Güneştekin

"Kendi sesinizi bulmaya çalışın. Bu arayışa ne kadar geç başlarsanız bulma ihtimaliniz o kadar azalır. Yaşamalarınızla ilgili nasıl seçimler yaparsanız yapın sahici olan tek şey bu ses olacaktır"

Batman'da Garzan işçi kampında kalabalık bir ailede dünyaya geldi. Ne doğduğu kadim toprakları, ne de o toprakların anlattığı masalları, öyküleri unutmadı. 9 yaşında iken yağlı boya ile tanışıp resimler yapmaya başladı. 1981 yılında okulun kütüphanesinde ilk sergisini açtı. 1997 yılında ilk profesyonel atölyesini Beyoğlu'nda açtı. Türkiye'yi il il dolaşarak efsanelerin izini sürmeye devam ediyor,

Ahmet Güneştekin'i sadece Türkiye değil, Avrupa da tanıyor. Independent Türkçe olarak Güneştekin'in kapısını çaldık:

"Anadolu'da yaptığım saha araştırmaları benim için başlangıç noktasıydı. Güneşin İzinde belgesel filmleri için yaptığım bu araştırmalar beni anlatı olarak tarihe bakmaya yöneltmişti. Sahada arşivlediğim sesler hafızamı tetikleyerek çocukluğumdan gelen anı parçalarıyla, bu parçaların içinden çıkan mitoslarla birleşiyordu. Kabul görmüş biçimlerle dile getirildiklerinde artık hiçbir heyecan uyandırmayan işler yapmak istemiyordum. Ben de mitoslara yüzeyde bir form kazandırırken belli bir kurama bağlı kalmadan çalıştım. Tarih ve belleğin zamanı ve yazım biçimlerini inceliyordum. İlk büyük sergim Karanlıktan Sonraki Renkler böyle ortaya çıktı. Küresel sergi ağlarında eserlerimin görünür olmasını sağlayan süreç ise Yüzleşme sergisiyle başladı. Marlborough Gallery işlerimi hem kendi galerilerinde hem de uluslararası sanat fuarlarında sergiliyordu. Aynı anda birçok galeriyle çalıştım. İlk yurtdışı sergim Venedik'te açıldı. Ardından New York, Amsterdam, Barselona, Berlin, Madrid, Dresden, Frankfurt ve Viyana'yla devam etti sergiler. Geçmiş sergilerimin her biri düşünce dünyamın farklı bir yönünü gösteriyor. Ama onları birleştiren bir şey de var: kullandığım form, renk ve materyallerde ortaya çıkan geçmişin izleri. Yaşadığım zaman ve mekânın bellek topografyası işlerimin en baskın belirleyeni olarak ortaya çıkıyor."

Altı yaşında çizerek düşündüğünü söyleyen Güneştekin, çocukluğunun masallarının, hikâyelerinin izlerini sürdüğünü söylüyor:

"Geleneklerin sözlü anlatılarla korunduğu bir dünyanın içine doğdum. Altı yaşında çizerek düşünüyordum, kısa bir süre sonra da resim yapmaya başladım. Resim yüzey üzerinde oynadığım bir oyundu benim için. Gündelik nesnelerdeki renkler ve geometrik formlar görsel belleğimi inşa etmeye başlamıştı. Ben de bu nesneleri oyunlarımın bir parçası haline getiriyordum. 2000'li yılların başında yaptığım saha araştırmalarında çocukluğumda dinlediğim masal ve hikâyelerin izini sürmüştüm. Bugün kullandığım yöntem ve temalar üzerinde bu etnografik çalışmalar belirleyici olmuştur. O yüzden imgeleri yüzeye aktarma tutkum çocukluğumda hikâye anlatıcılarından dinlediğim masallarla başladı ve bu çalışmalarla yönünü buldu diyebilirim"

Doğduğu topraklar sanat hayatına esin olmuş Güneştekin'in:

"Yakın tarihin bellek anlatıları benim için önemli bir kaynak. Bellek adlı videoda belleğin sesle ilişkisine bakıyorum ve kayıt altına alınmış arşiv seslerini kullanıyorum. Videoda geçmişin insan için yıkım getirmiş olaylarının tarihlerinin yer aldığı siyah beyaz görüntüler sesin belleğiyle çakıştığını görürsünüz. Görüntü belirli ritimdeki seslerle çakışır böylece odak görselden işitsele kayar ve kolektif belleği oluşturan çeşitli simgesel sesler öne çıkar. Sesin bu yerleşimi görselsen uzaklaşmaya yönelik bir çağrı değil. Aksine, görüntü ve ses arasındaki çatlaklarda belleğin oluştuğu katmanlara ulaşabilmek için. Yakından bakıldığında hafıza çalışmalarının işlerimin düşünsel kaynakları olduğunu görebilirsiniz. Onları bulmak için de doğduğum coğrafyadan daha yakıcı başka bir yer düşünemiyorum."

Hasankeyf için "çocukluğumun keşif ve oyun alanlarından biri" diyen Güneştekin, bu kadim mekânın sular altında kalmasından derin üzüntü duymuş:

"Burada yüzyıllar süren dünya uygarlıklarının iç içe geçmesi, hayatta kalan yapıların dokusunda ve bu süreklilik içindeki yeri değil sadece söz konusu olan. Olağanüstü doğal güzelliği ve ihtişamlı görünümünün yarattığı estetik de benzersizdi. Hasankeyf artık sular altında ne yazık ki. Afetler ister doğal ister insan yapımı, hızlı veya yavaş, büyük veya küçük olsun etkileri aynıdır. Doğa, insanlar ve kültürel miras yerinden edilmiş veya kaybolmuştur. Hasankeyf'in önemi burada sürekli bir yerleşimin olmasıydı. Hasankeyf aynı zamanda jeolojik bir miras. Kültürel miras hakkı bugün dünyada evrensel insan hakları bağlamında ele alınıyor. Gelişmek için tek yöntem yaşamlarımızı besleyen süreklilikleri yok etmek olmamalı. Diğer bir yönü de eskiden orada yaşayanlar açısından bir yer değiştirme, göç etme ya da ettirmenin bir şekli. Bunun da insani olduğunu söyleyemem."

Anadilin önemine de vurgu yapan Güneştekin, "Dilsel çeşitlilik modern toplumların bir gerçeği artık. Dil hakları da adalet, özgürlük ve demokrasiyle ilişkili. Ne derece ve ne kadar insan hakları olarak tanımlanıyor? yanıtını bulmamız gereken soru bu olmalı. Anadil hakkını savunmak yaşama hakkını savunmak zorunda kalmakla, nefes almak zorunda olmakla eş anlamlı benim için" diyor.

Güneştekin sadece boya ve fırça kullanarak resim yapmıyor, farklı materyaller de kullanıyor:

"Yüzey üzerinde de hareketli görüntüler üzerinde de çalışmayı seviyorum. İşlerimde gündelik eşyaları da atık kumaşları da kullanabiliyorum. Kendimi ifade etmek istediğim ortam ve araçlar farklılaşabiliyor. Yüzeye ışıkla ya da fiziksel müdahaleyle boyut vermek istediğimde yeni olasılıklar görüyorum. Bir yöntemin doğal sınırlarının olması beni rahatsız ediyor, ben de o sınırlara karşı alternatifler oluşturuyorum. Çocukken etrafımda gördüğüm nesnelerin resimlerini yapardım, büyüdükçe düşüncelerin resimlerinin nasıl yapıldığını öğrendim. Gençlik yıllarımda tuval işleri yaparken kendimi daha rahat ifade ederdim ama zamanla tuvalin sınırları beni zorlamaya başladı, farklı materyalleri ve ortamları kullanmak istiyordum, o zaman boyutlu işler çalışmaya başladım. Anadolu'da yaptığım araştırmalarda sanat pratiğinin üretildiği ve sergilendiği alanların sabit mekânlarının ötesinde olduğunu fark ettim, video ve enstalasyon çalışmaya bu dönemde başladım. Belirli bir kavramsal çerçevede oluşsa da sergilerimi farklı yöntem ve araçlarla çalışmayı seviyorum. Materyalleri kullanma ve sergileme pratiğimi kapsamlı bir şekilde sunmayı seçiyorum. Pilevneli Project'in açtığı son sergim Hafıza Odası da bu şekilde gelişti. Kumaş parçalarını bir anlatı olarak okunabilecek formda birleştirerek çalıştığım kırkyamalar, tuval yüzeyine dışbükey metal yarımküreler yerleştirerek çalıştığım işler, çağrıştırıcı nesneleri kullanarak çalıştığım enstalasyonlar, seramik işler ve video yerleştirmeler sergilendi."

Uluslararası sanatseverlerin çok iyi tanıdığı, sanatına çok önem verdiği Güneştekin, aynı duyarlılığı Türkiye'deki sanatseverlerden de gördüğünü söylüyor:

"Özellikle enstalasyon çalıştığım sergilerde izleyici de daha farklı bir duyarlılık oluşuyor. Çünkü enstalasyon çağdaş gerçeklikte konumlandırılması zor olan politik düşüncelerin formüle edilebildiği ve sunulabildiği bir alan yaratıyor. İzleyiciyi yalnız bırakmıyor. Enstalasyonun ürettiği mekânın bütünsel, birleştirici karakteri nedeniyle etrafında bir topluluk oluşturuyor. Bunun bir anlamı var. Hafıza Odası sergisi en kişisel sergilerimden biriydi. Benim için önemli bazı soruların peşinden gitmemle başladı: Anılar ne işe yarar? Belleğimiz geçmişimizi nasıl yapılandırır? Geçmişin nasıl hatırlanacağına kim karar verir? gibi. Sergideki işlerin özellikle video ve enstalasyonların izleyici üzerinde yarattığı etkinin önceki sergilerimden daha farklı geliştiğini gözledim."

Güneştekin'in, yapmış olduğu enstalasyonlardan biri de Hafıza Tepesi. Boş bir odada üst üste yığılmış binlerce çamurlu kara lastik ayakkabının hikâyesini soruyorum,  şöyle anlatıyor:

"Hafıza Tepesi, çocukluğu kara lastik giyerek geçmiş biri olarak, çocukluk belleğimin tetiklediği bir enstalasyon ama burada bitmiyor. Aynı kara lastikleri Ezidilerin Şengal'de başlayan o uzun sürgün yolculuğunda, Roboski'de öldürülen otuz dört kişinin köylerine omuzlar üzerinde tabutlarla taşındığında ve Soma'da yer altında kalan maden işçilerini bekleyen ailelerin ayağında da gördüm. Bazı nesneler yaşananları unutmamamız için inatçı hatırlatıcılar olarak karşımıza çıkabiliyor. Enstalasyon benim için bir bellek taşıyıcısı. İzleyicinin enstalasyonla kurduğu ilişki de burada başka bir şeye dönüşüyor, eser yakın geçmişimizin yakıcı deneyimleriyle oluşan kolektif belleğin oluşumuna dâhil oluyor sergilendiği mekânda. Sergi süresince düzenlediğimiz sanatçı konuşmalarında bunu yakından gözledim."

Pandemi süreci tüm dünyayı etkisi altına aldı, birçok meslek grupları etkilendi bu durumdan, peki sanat?

"Düşüncelerimi etkiledi elbette, dolayısıyla çalışma şeklimi de. Video enstalasyonları çalışıyorum daha çok. Atölyede geçirdiğim zamanlar eskisinden daha fazla. Kullanmayı hiç düşünmediğim bir malzeme olan bronzla heykeller yapmaya başladım. Eser koleksiyonumda yeni bir seri, yeni bir dönem olarak çalışıyorum bu işleri. Zamanı biraz daha farklı şekilde kullanmayı öğrendim sanırım. Okumaya daha çok zaman ayırıyorum, gelecek sergilerime hazırlanıyorum, çalışmaya devam ederken aynı zamanda kişisel bir hareket ritmi yakaladığımı fark ettim. Bir çeşit yavaşlık, ama yavaş hareket etmekten dolayı değil. Hız endişesi duymadan çalışmak daha çok."

Pandemi, Güneştekin'in de projelerinin ertelenmesine neden olmuş:

"2019 yılı içinde Nisan ayında Moskova'da, ardından da Tiflis'te açılacak kişisel sergilerimi ertelemek zorunda kaldık. Dünya genelinde iyileşme ne zaman başlayacak bilemiyoruz, o yüzden yeni tarihleri de konuşamıyoruz. Önümüzdeki yıl Mayıs ayında Diyarbakır'da Keçiburcu'nda sergi açmak için çalışmaya başladık, onu açabileceğimizi umuyorum." 

İnsan hak ve özgürlükleri konusunda da duyarlı olan Güneştekin, "Yaşamın her alanına sızan ama özellikle de insan hakları bağlamında duyduğumuz adalet duygusunun yokluğu en rahatsız olduğum konulardan biri" diyor ve devam ediyor:

"Dünyada olup bitenleri izliyorum. İnsan hakları ihlallerinin sorumlularının cezasızlıkla korunması ve dolayısıyla bu ihlallerin tekrar etmesi, bu bir türlü kırılamayan süreklilik. Bu elbette Türkiye'ye özgü bir durum değil, dünyanın çok çeşitli yerlerinde ağır insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçlar işleniyor. Bu suçların failleri uzun süreler hesap vermekten uzak kalabiliyor, ancak yıllar sonra da olsa yargılamalar, hakikat komisyonları, tazminatlar, anma ve müzeler gibi mekanizmalarla geçmişin ağır ihlalleriyle yüzleşiliyor. Türkiye'de ise benzer şekilde yaşanan devasa hak ihlallerine rağmen, ortak duygu, faillerin cezadan muaf kaldığı, suçu ya da suçluyu koruyan kurumsal ve toplumsal aldırmazlığın yaraları derinleştirdiği, geçmişle yüzleşme, geçmişi anlama, telafi etme ve yargılama pratiklerinin oluşmamış̧ olduğu şeklinde. Her ülkenin özgüllükleri olduğunun da farkındayım ama her zaman dünya deneyimlerini dikkate alarak tartışmaktan yanayım."

Ülkedeki toplumsal barışı çok önemseyen Güneştekin, "İlk adım da barışın değerini vurgulayan bir dil kurmak olmalı" diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Adalet olmadan toplumsal barışı kurmak nasıl mümkün olabilir? Onarmak dünyanın her yerindeki örneklerden izlediğimiz kadarıyla zorlu bir süreç. Çünkü işin içinde insan unsuru var. Sanırım en önemlisi savunulması gereken ortak değerleri bulmak ve onları içselleştirmek. 

İlk adım da barışın değerini vurgulayan bir dil kurmak olmalı. Ardından da eşitlikçi bir yaklaşım benimsemek geliyor. Toplumsal barış süreçleri tarafların birbirini yendiği değil, ortak bir biçimde yeni bir toplumsal anlaşmaya vardıkları bir süreç olarak algılanmalı. Hiçbir kriz öngörmemek ve mutlak bir uzlaşma beklemek yanıltıcı olurdu, inişli çıkışlı bir süreç bu. Bunun için tartışmanın kendisinin de bir mücadele aracı olduğunu unutmamak gerekli. Konuşma ve tartışma ortam ve araçlarını değersizleştirmeyen bir yaklaşım benimsenmeli."

Güneştekin, demokrasi kültürünün olduğu toplumlardaki sanat ile baskı altındaki toplumlardaki sanat hakkında da görüşlerini dile getiriyor:

"Özgürlük düşüncesinin yaşayabildiği iklimler mi toplumları geliştiriyor, yoksa her yönden gelişmiş bir toplum yapısı mı sanatın özgürce uygulanacağı bir alan oluşturuyor bu sorulara yanıt vermem çok kolay olmayabilir. Ama şunu söyleyebilirim sanatın ve sanat eğitiminin toplumları dönüştürmede etkisi çok açık. Türkiye örneğinde sanat ve kültürün yönetimine ilişkin çağdaş görüş alanına ulaşacak bir siyasetin yokluğu ve bu nedenle tutarlı bir kültür politikasının tanımlanmasına dair yaşanan güçlükler daha baskın. Üniversitelerde yapılan kültür politikası araştırmalarından politika geliştirme için yararlanılmadığı gibi, aynı zamanda kültürel alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının çoğunlukla bir tehdit olarak algılanma alışkanlığının iktidarlar farklılaşsa da devam ettiğini görüyoruz." 

Yoksunluk ve yoksulluk arasındaki farka değinen Güneştekin, "Yoksunluk ve yoksulluk birbirinin yerine kullanılıyor çoğu zaman, yoksunluk eksiklikten farklıdır oysa. Eksiklikte biraz sizin sorumluluğunuz vardır, belki telafi edebilir eksiklik, ama yoksunlukta, elinizden gelen yoktur, sorumluluk da size ait değildir, çaresizsinizdir. Yoksun bırakılmayı yoksulluk veya fakirlikle de açıklayamıyoruz. Örneğin Afrika'nın yoksunluğunun temelinde küresel çatışmaların önemli etkileri var. Beni ilgilendiren bu imkânsızlık sarmalının nasıl kırılacağı, kendi adıma neler yapabileceğim" diye konuşuyor.

Çocukları çok önemsediğini belirten Güneştekin, çocukların sanatla karşılaşmasının önemine dikkat çekiyor:

"Anadolu'daki araştırma gezilerine ilk başladığımda çocuklarla da karşılaşıyordum. Çocuklara olan sevgim onlara bir şeyler verme ihtiyacımla birleşince yanımda resim malzemeleri getirmeye ve onlarla resim yapmaya başladım. Bu resim atölyelerinin mekânlarını biz seçiyorduk ve çoğunu da dış mekânlarda yapmayı tercih ediyorduk. O çocuklar büyüdüler, içlerinden resim yapmaya devam edenler bile oldu. Bu çalışmalara dönüp baktığımda benim için ne kadar önemli olduğunu görüyorum. Benim onları değiştirdiğim kadar, birlikte resim yaptığım her çocuk da beni değiştirmiştir. Birlikte çalışma yapma fırsatımız olmadı o çocuklarla ama hepsini öğrencilerim olarak görüyorum."

Güneştekin'in en büyük hayali Batman'da bir müze açmak:

"En büyük hayalim Batman'da bir müze açmaktı. Bu düşüncem yurt dışı sergileri açmaya ve dünya müzelerini görmeye başlamamla eş zamanlı. Güneştekin Sanat Rafinerisi adını vereceğimiz müzenin tasarımı Emre Arolat'a ait. Gerçekleştirmek istediğimiz bir yandan içinde yer aldığı çok özel coğrafyanın özgül fiziksel dokusunu değerlendirmek, bunu yaparken de projenin bir tür land art olarak kendi özel bağlamını oluşturmasını sağlamak. Çevredeki tarımsal ağırlıklı dokunun uyarlanarak sürdürülmesi ile güçlenen bir atmosfer yaratmak. Müzede farklı ölçek ve mekânsal özelliklere sahip 16 galeride sürekli ve geçici sergiler düzenlenecek. Genç sanatçılar için ayrı bir proje ve sergi alanı planladık. Öğrenciler için de eğitim programları üzerinde çalışacağız. Koleksiyonu ve araştırma olanakları geniş bir kütüphane kuruyoruz. Proje kapsamında sergileme ve eğitim alanlarının yanında çeşitli servis mekânları, lokanta ve kafeler ve müze mağazası de yer alacak. Müzenin farklı alanlarından elde edilen gelirin tamamı vakfın yararına kullanılacak, genç sanatçıların ve öğrencilerin eğitimi gibi alanlara aktarılacak."

Güneştekin'in gençlere de tavsiyeleri var:

"Kendi sesinizi bulmaya çalışın. Bu arayışa ne kadar geç başlarsanız bulma ihtimaliniz o kadar azalır. Yaşamalarınızla ilgili nasıl seçimler yaparsanız yapın sahici olan tek şey bu ses olacaktır. Sizin katkınız ne olacak? Dünyaya nasıl bir iz bırakacaksınız? Bu soruların yanıtlarını erken yaşlarda bulmak gerekli. Bir şeyi bildiğinizi sandığınız zaman ona başka bir açıdan bakmayı deneyin. Kendiniz için düşünmeyi öğrenin. Eğitim kendi başına düşünmeyi öğrenmektir."

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU