Kürtçe'nin Soranî ve Kurmanci lehçelerinin sağlam köprüsü; Ziya Avcı

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

Bilmem hatırlar mısınız?.. Esaretin Bedeli adında Andy ve Red isimli iki mahkumun parmaklıklar ardında kurdukları dünyanın hikayesini anlatan bir film vardı.

Andy Dufresne, genç ve başarılı bir bankerdir. Karısını ve karısının sevgilisini öldürmek suçundan yargılanır ve ömür boyu hapis cezası alır.

Shawsank Hapishanesi'nde dayak, işkence, tecavüz ve her türlü durum fazlasıyla yaşanmaktadır; fakat Andy yine de hayata bağlı ve iyimserdir.

Bu tutumu etrafındakileri de etkiler. Andy, umutlu bakış açısıyla çevresindeki tüm mahkumları, parmaklıklar arkasında bile özgür bir yaşam olabileceğine inandırır.

Andy'nin bu çabalarına ortak olacak bir arkadaşı vardır: Red.  

Bütün iyimserliğine, bütün umuduna rağmen Andy, ne olur ne olmaz, her şeye rağmen, lazım olabilir düşüncesiyle gizli gizli tünel de kazımaktadır.

Gün gelir ve artık içerde yarattığı hayali adamın kimliği ile dışarı çıkacak, Shawsank Hapishanesi'nin zalim ve acımasız müdürü için oluşturduğu hesaplarında sahibi olan bu hayali kişilik olmaya karar vermiştir.

Ama giderken çok sevdiği arkadaşı Red'in de bir gün kendisini bulması umuduyla, ona Büyük Okyanus'un Meksika sahilindeki "Tuhateneu" kasabasını bilip bilmediğini sorar.

Şayet olur da bir gün çıkarsa, orada onunla buluşmayı diler.

Tuhateneu, yeryüzünde olabilecek en tenha, en huzurlu ve bunca yaşanmışlıklardan sonra ölünceye kadar huzur bulmayı umduğu yerdir.

Andy ertesi gün 20 yıl boyunca kazdığı tünelden kaçar ve içerden aldığı belgeleri basına sızdırır.

Kendisi de içeride oluşturduğu hayali kişilikle, zalim müdürün gayrımeşru paralarını da alarak ve ardında büyük bir hengame ile yeni hayatına doğru yelken alır...

Bütün bu hikayeyi size Reşadiye'yi daha iyi anlatabilmek için anlattım.

Van'dan Tatvan'a doğru giderken muhtemelen yolun 115. kilometresinde yokuş aşağı inerken Van Gölü'nün güney sahilinde Tuhatenau'ya benzer, sakin ve huzurlu bir yer çıkar karşımıza.

İkindi sonraları güneş Nemrut Dağı'nın tepesinde iken Reşadiye koyunda güneş, doğa ve manzara o kadar sakin, o kadar çekici bir şekildeki insanı mest eder.

Hayatım boyunca o koydan daha sakin, daha huzurlu ve daha yaşanılası bir yer görmedim ben. 

Kuzey tarafında Süphan Dağı, batısında Tatvan ve Nemrut Dağı önünde Van Gölü ve doğu ve güneydoğusuyla sırtını dağlara dayamış olan bu huzur beldesi Reşadiye Köyü, aslında 6-7 tane bağlı köyü de bulunan bir nahiye merkezidir.

İşte bu nahiye merkezine bağlı olan sükûnet ve huzuruyla Reşadiye'den farkı olmayan Pinkas Köyü'nde 1946 yılında dünyaya gelmiş biridir bugün size hikayesini anlatmak istediğim adam: Ziya Avcı.
 


Ziya Avcı, insanın hayatı boyunca çok ender rast  gelebileceği mütevazi, çalışkan, disiplinli, saygılı, diline, kültürüne, edebiyatına sadık ve gerçek anlamıyla bir beyefendidir.

O kadar saygın ve mütevazi hareket eder ki insan onun yanında kendini hep bir üst evrede hisseder.

Ben bütün Kürt toplumunu tanıdığımı iddia edemem; ama disiplinli ve sürekli çalışarak verdiği eserler ile hayatımızı değerli kılan M. Emin Bozarslan, Celîlê Celîl, Tahsin Doski ve M. Ali Karadağî ile aynı kumaştandır Ziya Avcı.

Evliya Çelebi gibi seyyahlar ile prehistorya üzerine araştırmalar yapan araştırıcıların kanaatlerine göre Kürtler, Nuh'un Gemisi'nden bu yana değişime uğramadan varlıklarını sürdürebilmiş ender topluluklardan biridir.

Dolayısı ile dilleri de bu kadar eskidir. Ama gelin görün ki Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra toprakları yeni kurulan ulus devletler Türkiye ve İran, manda devletçikler Irak ve Suriye arasında paylaştırılır.

Bu akıbet toplumun bütün katmanları için felaketin başlangıcı olur.

Sykes ve Picot adındaki iki cehennem zebanisinin hazırladığı harita, Kürtleri ne tamamı ile başkaldırıp kendi lehine sonuçlanacak bir durum yaratmalarına ne de egemen devletler tarafından yok olmalarına imkan verecek bir sonuç vermesine sebebiyet veriyor.

Adeta bazı uzuvların felçli hali gibi. Ne tam yaşam ne de tam ölüm.

Bu ahval yıllara sari bir şekilde, özellikle Türkiye'ye bırakılan parçada Kürt toplumunu inkar ve asimilasyona düçar etti.

Bin yıllık medreseler kapatıldı, ahıra çevrildi. Geleneksel eğitim neredeyse bitirilme noktasına geldi. Yeni modern okullar açtırılmadı ve toplumsal felç hali derinleştirildi.
 


Ziya Avcı'nın dünyaya geldiği 1946 yılları dönemin en karanlık en umutsuz yıllarıydı.

Lakin "Gecenin en karanlık anı şafağa en yakın andır" kaidesi mucibince tam o yıllarda tek parti olan CHP'den kopan bir grup, sözde de olsa, sadece adıyla da olsa Demokrat Parti'yi kurmuş ve bu da Kürt toplumunun sekerat anından çıkmasına vesile olmuştur.

Çünkü, tek parti yönetimi bölgede başka parti ve grupların oluşmasına fırsat vermediği için toplum derin bir sessizliğe gömülmüştü.

Demokrat parti az buçuk da olsa toplumun tıkanan nefesini nispeten açmış ve toplumun sessizlikten boğulmasına engel olmuştur.

Avcı ailesi, bölgesinde saygın ve tanınan bir ailedir. Babası Bitlis'te Özel İdare Meclisi üyesidir. Baba, bu görevine tek parti döneminde başlamış ve Demokrat Partinin kurulmasıyla oraya geçmiştir.

Ailenin bölgenin saygın ve bilinen diğer aileleriyle, Gayda Şeyhleri, Müküs ve Hizan Beyleri, Kêsan Deresi'nin eşrafları ile çok yakın ilişkileri vardır.

Bundan dolayı da ailenin geleni gideni fazla, misafirleri çoktur.

Küçük Ziya, babasının divanında yapılan sohbetlerle, gelen gidenin getirdiği haberlerle büyümektedir. Doğal ortam ve sosyal çevre onun yaşıtlarından daha olgun büyümesine elverişlidir.

Babası okur yazardır. Sürekli olarak Taberi'nin İslam Tarihi kitabını okumakta, çocuklarına ve aile efradına da anlatmaktadır.

Bu anlatımlar, küçük Ziya'nın bilincinde büyük bir ziya olur. Onun okuma ve kitaba merak sarmasına sebebiyet verir.

Babası bu merakını görür ve 1954 yılında yaşı ilkokul için geçkin de olsa Bitlis vilayet merkezinde ilkokula başlar.

Susuz kalmış bir tarlanın suya kavuştuğu gibi, o da suyuna kavuşur ve büyük bir iştiyak ile okuma yazmayı öğrenir.

İlkokulu bitirir ve ardından ortaokul derken liseye devam etmesi icap eder.

Bunun içinde Van'a gelmesi gerekir. Zira onlara en yakın yer Van'dır. Zaten Tatvan'ın doğusunda kalan bütün Bitlis köyleri gibi Van onlara psikolojik olarak daha yakındır. 

Ziya liseye başlar, ama ta ilkokuldan beri tarif edemediği ne olduğunu bilmediği bir duygu içini kemirmektedir.

Bir yoksunluk hissine kapılmakta, ama bu yoksunluğun yoksulluktan kaynaklanmadığını da bilmektedir.

Bu his, tıpkı dişleri ağrımayana kadar insanın dişlerinin farkında olmaması gibi bir duygudur ve o da lisede iken bazı arkadaşları ile konuşma; ama farklı bir şekilde konuşma ihtiyacını hisseder.  

Bu onun içindeki doğal Kürtlük duygusunun siyasallaşma nüveleridir.

Kıpraşır yüreği. Söyleyecektir Kürt olduğunu, Kürtlerin de hakları olduğunu, onların dilinde niye eğitim olmadığını, memleketlerinin neden geri olduğunu...

Birileri ile konuşma ihtiyacı hisseder.

Başka arkadaşlar ile konuşma ve de onları yanına çekebilme adına şanslıdır. Çünkü babası ona bir ev tutmuştur ve bir iki arkadaşı ile beraber o evde yaşamaktadır. 

Genç Ziya, bazı arkadaşları ile evinde toplanır daha lise üçte iken. O arkadaşlarına konuştukları her şeyin kendi aralarında kalacağına yemin de ettirir.

Bu onun siyasi örgütlülüğündeki ilk adımdır. Van'da başka bazı arkadaşlar da bulur ve Biruki aşiretinin liderliğini de yapan ailenin bazı yurtsever üyeleri ile de tanışır.

Onların evine gelip gider ve bu ziyaretlerinden birinde, daha önce adını duyduğu Dr. Sait Kırmızıtoprak (Doktor Şivan) ile de tanışır.

Bir süre sonra kendi amatör örgütlülüğünden profesyonel örgütçülüğe de terfi eder.

Ziya Avcı, gençtir, hararetlidir ve dahi hareketlidir. DDKO'nun kuruluş çalışmalarına da katılır.

Birçok yerde yerel dernekler kurulmasına önayak olur ve tam bu faaliyetlerinin semeresini daha sağlam bir zemine oturtacakları bir zamanda Mart 1971 yılında bir ihtilal olur ve o da bir çok diğer yurtsever Kürt gibi bundan nasibini alır.

Şans eseri tutuklanmaz ve bir grup arkadaşı ile güneye geçer. Orada Dr. Şivan ile buluşur ve bazı hazırlıklara girişir.

Ama kör olası kader, onların ilmek ilmek ördüğü siyasi ve demokratik örgütün içine bir virüs yerleştirmiş, hırs ve kin liderlerinin feraset duygusunu kör edercesine  T-KDP'sinin lideri olan Sait Elçi'nin ölümüne sebep olur.

Bu karanlık ve komplovari olay, Kürt hareketinin doğal mecrasından kopmasına, Ziya Avcı'nın da en acılı döneminin başlangıcına sebep olur.

Ziya Avcı, bu karanlık dönemini kabuslarla dolu bir rüya gibi unutmak istercesine hiç anlatmak istemez.

Ben de onun bu sessizliğine saygı duyarak bu dönemi geçmek istiyorum.

(Kendisi "Bîranîn û Şahidiya Hinek Buyeran/ Hatıralar ve Bazı Olaylardaki Şahitlik" adlı eserinde daha detaylı bir şekilde değinmektedir. İsteyen bu eseri okuyabilir, ki okunmaya değer bir eserdir.)

Zira kendisi de bu dönemini olabilecek en hasarsız bir şekilde geçirmek istercesine geri döner, nişanlanır ve askere gider.

Çünkü zaman, bütün acıların en güzel ilacıdır. 1973 yılında askerden döner ve memuriyete de atılır.

Kendi normal hayatını sürdürürken eski arkadaşlarının ısrarına da dayanmaz ve barışçıl, demokratik hak temelli faaliyetlerine yeniden başlar.

1979 yılında İran KDP'si ile de ilişkilenirler ve oraya gider. 

O güne kadar çokça duyduğu ama fazla tanımadığı ve bilmediği Kürtçe'nin Sorani lehçesi ile de tanışır.

Arap harflerine çocukluğundan aşinadır ve Soranice yazılmış kitapları okumaya, kendi kendine sökmeye başlar, içten içe tercüme eder.

Burada başka bir kıyamet kopmuştur ve 12 Eylül 1980 tarihinde yeni bir darbe olmuş, bir buldozer gibi ortalığı dümdüz etmiştir.

Sağlı sollu bir çok örgütü ezdiği gibi, silahlı olmayan, demokratik ve hak temelli mücadele eden bütün muhalif yapıları da yerle yeksan eden 12 Eylül darbesinin gazabından önce İran'da kalmaya niyetlenmişse de orada da barınamamış ve soluğu İsveç'te almıştır.

İsveç... Karanlıkta aydınlığı bulmuş, yeryüzünün en soğuk, gecesi gündüzü belli olmayan ama oradaki her insanın çalıştığı, bir şeylerle uğraştığı, herkesin özgürce kendini istediği dilinde ifade edebildiği bir ülke.

Bu ülke 12 Eylül'ün gazabından, İran İslam Devrimi'inin pençelerinden ve de Saddam'ın zulmünden kaçabilen bütün Kürtler için güvenli bir sığınak ve barınak olur.

Gidenlerin bir kısmı, kısa bir zaman sonra dönüp buradaki faaliyetlerine devam etmek ister ve günlerini kafelerin izbelerinde geçirerek yeni yaşamlarına adapte olamaz ve kelimenin tam anlamı ile heder olurlar.

Ama bazıları da tıpkı yukarıda Esaretin Bedeli filmindeki Andy gibi, bulunduğu her yeri yaşanabilir ve bir şey yapılabilir düşüncesi ile hayata adapte olur ve gerçekten çok hayırlı ve güzel işler yaparlar.

Bunların çoğunu tanıyorsunuz artık. Mehmet Uzun, Fırat Ceweri, M. Emin Bozarslan, Zeynel Abidin Zinar, Hesenê Metê ve daha birçok yazarımız bu koloniden çıktılar.

İşte Ziya Avcı da bunlardan biridir. Esasen bu dünyada iki tür insan vardır: Bir şey olmak isteyenler ve bir şey yapmak isteyenler.

Ziya Avcı, hayatı boyunca hep bir şey yapmak isteyenlerden biri olmuş ve İsveç'in kendi ülkesine hiç benzemeyen ikliminde kendine yepyeni bir hayat kurmuştur.

Daha önce bildiği Arap harfleri ile yazılmış Kürtçe eserleri latinize etmeye çalışmıştır.

Çevirdiği ve ilk defa yayımlattığı kitabı, daha önce burada sözünü etmiş olduğum Abdurreqîb Yusuf'un Divana Kurmancî adlı eseridir.

Bu eser, küçük hacmine rağmen büyük bir hizmete vesile olmuştur. Nasıl ki, bütün Rus yazarları için "Gogol'ün Palto'sundan çıkmış" deniyorsa, kanaatimce biz Klasik Kürt Edebiyatı üzerine çalışan herkesin ilk kaynağı da Divana Kurmanci'dir.

Ziya Bey, İsveç'te tren istasyonlarının şefliğini yapmaktadır. Kendisine bağlı olan birkaç durağın kontrolürüdür.

Her gün yanına kitabını ve bilgisayarını alır işe gider. Önce biraz çalışır, yorulduğunda istasyonlarını kontrol eder ve geri gelip yeniden çalışır.

Günlerce, aylarca ve yıllarca bu faaliyetini bu güne kadar bu şekilde sürdürür.

Şerefhan Bidlisî'nin Şerefname'sinden, eski Osmanlı askeri, sonra yeni Irak'ın bakanı olacak olan Muhammed Emin Zeki bey'in Kürt ve Kürdistan Tarihi'ne kadar bulabildiği her kitabı Soranî'den Kurmanci'ye çevirir.

Yeniden yazdığı bütün eserlerin fi sebilillah bir şekilde hiçbir karşılık beklemeksizin yayımlayacak yayınevlerine verir.

Keşfettiği dünya bir deryadır. Zira özellikle kuzeyde Kürtçe'nin başına gelen felaket Sorani'cenin başına gelmemiş ve orada yüzlerce, binlerce kitap yayımlanmıştır.

Ziya Bey de bu deryadan kova kova suyu alır, arındırır ve lehçedaşlarının anlayabileceği bir hale getirip onlara sunar.

Şimdiye kadar tek cilt olanların yanı sıra, iki, üç, altı ve hatta on cilt olan, toplamda 50 ciltten fazla kitabı transkiripte etmiş ve büyük çoğunluğunu da yayımlatmayı başarmıştır.

Kitapları Nûbihar başta olmak üzere Avesta ve Lîs gibi, Kürtçe yayın yapan öncü yayınevlerince yayınlanıyor.

Özellikle Maruf Xeznedar'ın "Wêjeyî Mêjûyî Kurdi/ Kürt Edebiyatı Tarihi" adlı kült eseri çevirmekle büyük bir hizmet yapmış ise de, Muhammed Ali Karadağî'nin 10 ciltlik "Pojandinewey Zanayani Kurd le Destxetekan da/ El Yazmaları ile Kürt Ulemasını Diriltme" adlı eseri ile kendisini bile aşmıştır.

Zira böyle eserler ancak bir komisyon veya grup tarafından çevrilebilinirken o yalnız başına böylesine büyük çalışmaları başarmıştır. 

Onun çalışkanlığına, çabasına, düzenli ve sürekli çalışmasına bakılırsa eski zamanlardaki büyük alimlerin çağdaş bir örneği ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.

Ziya Avcı, buralarda ortam biraz yumuşayınca her yıl nisan ayında memleketi Reşadiye'ye gelir ve sonbahara kadar da burada yaşar.

Onun gibi hayata bağlı, toprağına, diline, kültürüne ve de edebiyatına aşık, bütün bu işleri yaparken de mütevazi ve hiç kimseye minnet etmeyen o asil tavrı karşısında ona minnettar olmamak elde değil.

Kendisine uzun ve sağlıklı bir yaşam dilemekten başka elimden bir şey gelmez...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU