Psikiyatrist Dr. Kemal Sayar: Başkalarının günahı bizi aziz kılsın istiyoruz

"Büyük modern kentlerin metropol yaşamı bu farklılıkları hiç baskılamaya gitmeden tolere edebilen bir yaşam, ama aynı derecede de ötekinin selameti güvenliği kaygısına, derdine, hastalığına sağır bir yaşam"

Psikiyatrist Kemal Sayar / Fotoğraf: Independent Türkçe

Kemal Sayar, önemli bir psikiyatrist. Tıp bilgisini şiir ve tasavvufla harmanlaması bir yana, aynı zamanda önemli bir yazar ve şair de. Şu satırlar onun: "Elimi dostça omzuna koydum, meğer yarası tam oradaymış." İyilik bazen, uzak kalabilmek inceliğini gösterebilmektir. Orada olmak ama yarayı deşmemek.

Sayar geçtiğimiz haftalarda kaleme aldığı bir makalede, tıpkı yukarıdaki alıntıdaki bakış açısıyla Türkiye'deki reaksiyoner mevzileşme ve empati eksikliğine dikkat çekti. Ötekinin sesinin duyulması gerektiğini söyledi. Bunları söylerken de, politik cepheleşmeyi bir hayat memat meselesi haline getirdiğimize vurgu yaptı. Öteki saydığımızı tümden yok sayma ve geçersizleştirmenin gayrı meşru olduğunu söyleyen Sayar, "Düşmanlar icat etmek,  bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutmaya yarar" diyor ve insanoğlunun öteki saydığıyla radikal empati yapmasını öneriyor. Biz de Independent Türkçe olarak, Sayar'ın kapısını çaldık ve toplum olarak haleti ruhiyemize yönelik teşhislerini kendisinden dinledik. İşte sorularımız ve Sayar'ın yanıtları…

Türkiye'de reaksiyoner bir mevzileşme olduğunu söylüyorsunuz. Bu mevzileşmeyi nasıl tarif edersiniz? Ne zaman oluştu ve nelere yol açtı?

Türkiye'de toplumun her bir kesimi öteki kesim tarafından mağdur edildiği hissine kapılıyor. Bu da uzun uzun konuşmaksızın, birbirimizin yaralarına merhem olmaya çalışmaksızın iyileşmeyecek, sessizlikle ve görmezden gelmekle geçiştirilemeyecek bir durum. 'Hakikat sadece bende ve benim cemaatimde konuşuyor, diğer insanlar dalalet içinde' düşüncesi bütün toplumsal yapıları avlama istidadında bir yanılsamadır. Hangi toplumsal grup buna ram olursa oradan bir hayır çıkmaz. Biz ve onlar arasına duvar örmek ve sonra tahkim edilmiş bir kaleden diğer insanların kusurlarını sayıp dökmek bizim geleneğimizin edep anlayışına sığmaz. Tam aksine kendi kusurlarıyla açık bir biçimde yüzleşebilen ve söylemlerini başkasının ne olduğu üzerine değil de kendinin nasıl daha hayırhah olabileceği üzerine kuran yapılar, toplumu ileriye taşır. Türkiye'de reaksiyoner mevzileşme, en önemli meselelerden birisi, meselesini öteki saydığının üzerinden tanımlayan ve kendisini 'ötekinin olmadığı şey' olarak betimleyen türden bir anlayış, modern çağın önümüze boca ettiği sorunlar karşısında tıkanıp kalıyor. Düşünceden ve nefis muhasebesinden korkmayalım, herkesin bir diğerinden öğreneceği bir şey mutlaka vardır. İnsan insana şifa ve sığınaktır. Kendi kimliğini ötekinin olumsuzlanması üzerinden kurma sığlığı, düşmanlığı ve mevzileşmeyi artırmakla kalmıyor acının da bir topografyası olduğunu, herkesin yalnızca kendi mahallesindeki acıya ağlayabileceğini söylemiş oluyor. "İnsanlar hangi dünyaya kulak kesildiyse, öbürüne sağır" diyor şair. Empatik duruş, sadece kendimizden bildiğimizin değil bize benzemeyeni de anlamak, onun acısına aşina olmayı gerektiriyor. Aksi takdirde kendi kimliğine dahil olmayanın, ona benzemeyenin derdine, mağduriyetine karşı vicdanları nasırlaşıyor insanların.

Acıları yarıştırarak birinciliği kazanamayız. Ötekinin kötülüğünden, -sadece kötü duruma düşmesinden değil bizatihi kötülük etmesinden de- sevinç ve övünç duymak hastalıklı bir psikoloji. Çünkü amacı muhatabı mümkün olan en karanlık duruma iterek kendi aydınlığını göze sokmak. Bu, bir ifritleştirme süreci; ötekinin kirliliğine duyduğumuz inanç, kendi saflığımıza işaret etsin istiyoruz, başkalarının günahı bizi aziz kılsın istiyoruz. Günlük politikanın bir hayat memat meselesi haline gelerek yaygın bir biçimde gündelik hayatımıza tasallut etmesi, mevzi yitirmeme, siper kazanma şeklindeki bir varlık savunusu. Muhatabımızı tanımamak veya yanlış tanımak, Charles Taylor'un deyişiyle, onu 'sahte, çarpıtılmış ve indirgenmiş bir varoluş tarzına hapsederek baskıya dönüşebilir'. Böylece egemen sınıflar madunlara kendi benliklerinin karanlık taraflarını yansıtır ve onların kendilerini değersiz hissetmelerini sağlar. Elinde bir çekiç olan kişi, etrafındakileri bir çivi olarak algılar. Şiddet uygulayarak – gerekirse değil, bir yöntem olarak muhakkak şiddetin bir formunu kullanarak-  ideal bir dünya yaratmak isterseniz, gözünüz çıkıntılarda olur. Yoksa insanlar daima birbirlerinden bir şekilde farklılık taşımışlardır. 'Şükür ki insandan insana fark var' diyor şair.

Neden kendimizi ötekileştirdiğimiz kesin ve insanlar üzerinden tanımlar hale geldik?

Eric Hoffer, hakikati kendinde temellük eden kişiye kesin inançlı demişti. Kendi grubunun seçilmiş, haklı ve emsalsiz olduğuna iman eden kesin inançlı, kendine ağır yağmur altında bir saçak, yalnızlığın soğuk çölünde sıcak bir yuva bulur. Dışarıdaki poyraz menteşelerde uğuldasa da, o orada güvendedir. Bu gettolaşmayı ekseriyetle yaşam tarzı, tüketim mekânları üzerinden tasavvur ediyoruz. Oysa çok daha görünür biçimi, oturduğumuz mahallelerin dönüşümü. Tabloyu ağırlaştıran, hızlandıran şey belki de bu oldu. Mahalle baskısı tanımını bir tarafa koyalım, o başka bir mekanizmanın da bağlantı noktası, ama mahalle geleneksel toplumda yoksulu- zengini, dindarı- şerbetli günahkârı, zarifi, âlimi- elif görmemiş dağlıyı aynı küçük topografyada beraber yaşatan bir birimdi. Mahalle baskısı vardı çünkü mahallelinin sorumluluğu vardı. Komşusunun durumundan haberdarken ona el uzatmamayı geçin, haberdar olmama bahanesini bile kabul etmeyen bir kültürdü bu. İnsanlarla yüz yüze yarenlik etmeyi, onların ahvaline vukufiyet kazanmayı gerektirirdi bu kültür.

Büyük modern kentlerin metropol yaşamı bu farklılıkları hiç baskılamaya gitmeden tolere edebilen bir yaşam, ama aynı derecede de ötekinin selameti güvenliği kaygısına, derdine, hastalığına sağır bir yaşam. İnsanlar -özellikle çocuklu aileler - biraz da bu acımasızlığı yumuşatabilmek için uydu kentler, siteler dâhilinde yaşamayı tercih etmeye yöneldi yakın geçmişte. Ama bu uydu kentlerin bir niteliği de, yakın dünya görüşleri ve gelir düzeylerine sahip insanları bir yüksek güvenlikli konut alanına toplaması. Ötekiyle karşılaşma, onunla sınanma ve beraber yaşama pratiğini dayatan kent, bu şekilde işlevsiz kılındı. Aynı kentte yaşadığımız pek çok insan, bizim için görünmez. Ne kentin ötekiyle saldırmazlık hukukunu, ne de mahallenin ötekiyle yüz yüze olma halini barındıran bu melez birimler bizi ötekinin var olmaması gereken bir dünya algısına alıştırdı. Freud, uygarlığı her adımda biraz güvenlik karşılığında biraz özgürlüğü takas etmek şeklinde nitelemişti. Bizim uygarlığımız biraz özgürlük karşılığında biraz yakınlık olarak devam ettiriyor bu değer takasını.

kemal sayar
Dr. Kemal Sayar / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Sizce Türkiye'de yaşayan insanlar olarak yüz yüze gelebiliyor muyuz? Yüz yüze gelmemizi, yan yana olmamızı neler engelliyor?

Bu, sadece ülkemize ait bir problem değil, dünyanın genel panoraması. Sosyal medya, sanal mecralar bizi biteviye imge, söz, haber bombardımanına maruz bırakıyor, gerçek insan sesi ve insan yüzünün bu yumuşak kirlenmeyi aşarak bize ulaşabilmesi çok zor. Duyarsızlaşıyoruz. Teknolojinin doğası, insanın doğasına nüfuz ediyor. Kendiliğinden gelişen insani temaslar azalırken elektronik etkileşim irtifa kaydediyor. İnsanlar arası iletişime dair meziyetler hüner olmaktan çıkıyor, bu alandaki yetilerimiz kayboluyor. Yüz yüze iletişimin azalması beden dili okuma, yüz ifadelerini yansıtma, o ifadelerin zihinsel tınıya dönüşmesi gibi süreçleri de sekteye uğratıyor, empati duygumuz köreliyor. Otizm normatif bir hüviyete bürünüyor. Mekanize oluyoruz, aşırı internet kullanımı, duygusal zekâmızı olduğu kadar işlevsel zekâmızı da kurutuyor. Şehirleşme ve yapılaşma tarzımız da yüz yüze insani ilişkiler kurmaktan menediyor bizleri. Apartman komşulukları, mahremiyetin her an ifşa edilmesi tehlikesiyle malul olduğundan, yakınlaşmayı da ortadan kaldırıyor. Duvarlar öylesine ince ki, yüz yüze her karşılaşma gizli bir itham riskine gebe. Mümkün olduğunca çabucak selamlaşıp uzaklaşıyoruz. Bir problem yaratmadığı, dairemizin rutinine müdahale etmediği sürece komşumuzun alanına yaklaşmıyoruz. Çok keskin kimliklerimiz var, farklı siyasi aidiyetlere mensup insanlar arasında bir dostluk bağına nadiren tesadüf ediyoruz. Bu da politik cepheleşmeyi bir hayat memat meselesi haline getirmemizle ilgili. Kuşkusuz bunun çok daha derin korkulara hitap eden tarafları var. Çalışma hayatının kapitalist ahlakı, çalışma arkadaşlarımızla içten, hasbi ilişkiler kurmamızı bir eksiklik olarak dayatıyor. Kariyerinde yükselmeyi planlayan her hırslı- vizyon sahibi beyaz yakalı, arkadaşını hasım ve rakip olarak görmek zorunda. Dostluklar, insan kullanmaya engel bir iş ortamı yaratacağından, yerini ittifaklara, ekip ilişkilerine terk ediyor. Aynı işyerinde çalıştığı dostuna kefil olacak bir çalışma arkadaşı bulunabilir mi bugün? Ortak bir kamusal iyi peşinde koşuşturan insanlar nereye gittiler? Mesela mahalleli dünya görüşlerinden bağımsız olarak bir ortak iyi etrafında örgütlenebilir mi? Mahalle kültürüne yeniden can verebilirsek, şehirlerimizi mahalle mahalle düşünebilirsek bunu başarmamız işten bile değil.

Johann Hari'nin Kaybolan Bağlar adlı kitabında, Berlin'de bir mahallenin ortak bir dava savunusu adına nasıl bir araya geldiğinin, birbirine belki de hiç yaklaşmayacak kesimlerin nasıl insani bir özde buluşarak ön yargı ve mesafenin kırıldığının eşsiz bir hikâyesi var. Modern şehir güvenle serpilir. Bizden farklı giyinen ve inanan insanlara iyi davranıp onların da iyiliğini gözetebildiğimizde, onlara güvendiğimizde birlikte ortak iyiliğimiz için çalışabiliriz. Mahalle muhtarlarının hangi evde kimin yaşadığıyla ilgili kesin bir fikrinin olması lazım. Bunun için yerel yönetimleri çok daha küçük birimlere ayrıştırmamız gerekebilir, bunun için yeni düzenlemeler yapılabilir. Yaşlı, kimsesiz, muhtaç insanların düzenli olarak ziyaret edilmeleri, hal hatırlarının sorulması, arayan soranlarının, destek ağlarının olup olmadığının anlaşılması lazım.

Diyorsunuz ki insanlığa sadakatine inandığımız her insanın eşiğine gidelim. Eskiden kapı komşularımız, aynı eşiği paylaştığımız insanlar olurdu. Unutuldu mu bu değerler? Nereden başlamalı?

Yüz yüze olmak önyargıları hafifletir, çoğu zaman resmini bizim çizdiğimiz ve onun yerine konuştuğumuz muhayyel düşmanı, ruhu olan bir insan olarak karşımıza çıkarır. Onun kendi kelimeleriyle kendisini anlatmasına müsaade eder. Ötekinin kelimelerinin içimize değmesine izin vermek, kendimizde bir değişime izin vermektir bir bakıma, onun kelimelerinin de içimizin boşluklarını tamir etmesine izin vermektir. Bir kitabıma isim olarak verdiğim 'Kayıp arkadaş' metaforu, insani karşılaşmanın imkânlarına işaret ediyor. Arkadaşımızın eşiğine götürecek yollar asırlardan beri sadakatten, bağlılıktan, fedakârlıktan geçer. Ortak rüyalara sevdalanan duygudaşların ruh yakınlığı kaçınılmaz. Bana benzemediği ve benimle bir olmadığı halde bir ünsiyet peyda edebildiğim insanla kurduğum dostluk da çok değerli. Biz ve onlar arasındaki ayırım ziyadesiyle önemsiz ayrıntılardan beslenebilir çünkü. Freud'un ufak farkların narsizmi dediği şeye kapılmayalım. Namusuna ve insanlığa sadakatine inandığımız her insanın eşiğine gidelim, ondan bir hikâye dinleyelim. Belki o hikâye bizi evin içine buyur eder.

Güven kavramını konuşalım. Siz de güven endeksinden bahsediyorsunuz ve bu endeksin düşük olduğu toplumlarda biriken şüphe adacıklardan? Bu düşüncenizi biraz ayrıntılandırabilir misiniz? Tek tek paranoyalarımızdan mı besleniyoruz?

Bir toplumun üyeleri arasında karşılıklı güven, iş birliği, eşgüdüm ve iyi niyetin toplamını ifade eden yıllar önce ortaya atılmış bir kavram var; sosyal- beşeri sermaye. Topluma, bir bankaya yatırır gibi güven yatırılır ve bunun sonucunca insanlar topluma ve birbirlerine inanıp güvenirler. ABD'de yapılan bazı sosyolojik çalışmalarda bu sosyal sermayenin azaldığı gösterilmiş. Hiperbireycilik çağında insanlar birbirini gözetmekten, birbirlerine kol kanat germekten uzaklaşıyorlar. Mahalle kültürü dediğimiz şey yitip gittikçe, bir diğerinin esenliğini gözetmek değerli olmaktan çıkıyor.  Oysa güven bir toplumu ayakta tutan en önemli sermayedir.

İnsanların birbirine en çok güven duyduğu şehirler, aynı zamanda en mutlu oldukları şehirler ancak, modern şehirde güven neredeyse kayıplara karışmış durumda. Komşumuzdan tam emin olamıyoruz. Bize sürekli televizyon ve gazete haberlerinden kötü havadis zerk ediliyor. Karşımızdaki insanın her an bir cani, katil, sapık olabileceği düşüncesiyle kirlenerek, aslında dostumuz olabilecek, sohbet edebileceğimiz bir insandan işkillenmeye başlıyoruz. Bu da toplumdaki beşeri sermayenin altını oyuyor ve bizi güvensiz ve yalnız insanlar haline getiriyor. Senelerdir aynı apartmanda oturmamıza rağmen komşularımızı tanımayabiliyoruz. İnsanlar asansöre girdikleri zaman birbirlerine selam vermiyorlar, başlarını çeviriyorlar, bir güzel sözden imtina ediyorlar. Oysa şehir, tek başımıza inşa edemeyeceğimiz ortak iyiyi birlikte, komşuluk ahlakıyla inşa ettiğimiz bir yer de olabilirdi. Kendimizi başkalarının bakışından ve 'kem göz'ünden sakınmak için evin mahremiyetine çekilmeyi bildiğimiz kadar mutluluğun iş birliğinde, dostluk ve yarenlikte yattığını unutmadan komşuluğu diri tutmayı başarmalıyız. Empati dairesini genişleterek, evimizin dışarısına taşırmalı ve başka topluluk ve milletleri, başka ekosistemleri de onun içine katabilmeliyiz. Ortak bir kader duygusuyla şehirde hem beraber yaşamalı hem de beraber gelişmeliyiz.

Bizler, birbirimizi yaşatabildiğimiz kadar insan olarak yaşayabileceğiz. İnsanlıktan arta kalan olarak var olmak, türümüzün yok oluşundan sonra gerçekleşecek bir distopya. Birbirimizi destekleyerek, bireysel- ailevi ihtiyaçlarımızı kamusal lisana tercüme ederek medenileştik.  Yürekler arasında, hikâyeler arasında köprüler kurmak zorundayız. İnsan yaşadığımız zaman ve mekânda giderek önemsiz bir varlığa dönüşüyor. Yaşamak için sebep bulamıyor. İşitilmeye değer önemde olmadığı düşüncesi pek çok ruhsal rahatsızlığa zemin hazırlıyor.  Her insan evladı dünyada biricik olmak ister. Değer görmek, değer katmak, bir şeye tesir edebilmek ister. Yaşadığımız mekânlar ve zamanlar, insanın o biricik varlığını siliyor ve onu kolaylıkla ikame edilebilir, kenara atılabilir, gözden çıkarılabilir bir 'şey'e dönüştürüyor. Gün geçmiyor ki, insana güvenimizi tuzla buz eden bir haberle karşılaşmayalım.

Sosyal medyanın da şeamet tellallığı ve yardakçılığıyla pompalanan "insan insanın kurdudur" anlayışı, bir kara duman gibi aramızda yürüyüp sızıyor ruhlarımıza. Oysa güven kırılgandır, çaba ister ama aynı zamanda vaitkârdır, size insan bahşeder. Güven her bakımdan sosyal ilişkilerimizin ana dokusunu oluşturur. Bize benzeyene daha çok güvenir; kıyafetini, eğitimini, inançlarını yakın bulduğumuz kişiye kendimizi daha yakın hissederiz. Oysa büyük aldanışlar tam da burada zuhur eder: "Müşkil odur ki suret-i Hak'tan zuhur ede."

Türkiye'nin yaşadığı bir demografik depremle birlikte köylerin şehirlere akmasıyla, herkesin herkese yabancı olduğu bir ortam oluştu. Mahalle kayboldu, örf ve gelenek epriyip soldu. Bununla beraber ortaya çıkan, hemdîl olmadığımız birtakım insanların arasında kalmayı ifade eden yeni bir durumdan bahsediyoruz. Her ne kadar araştırmalarda Türkiye şu an güven endekslerinde aşağılarda görünse de, başka ülkelerin bizim geçirdiğimiz travmaları yaşamadığını göz önüne almak gerekir. Toplumsal travmalar, kolektif travmalar güven duygusunu yerle bir eder. Sadece son üç beş senede bile Türkiye ne kadar ağır travmalar geçirdi, çok vahşi ve kanlı bir darbe girişimine uğradı, sayısız terör saldırısına maruz kaldı. Toplumsal buhran ve anomi zamanlarında olsun, ekonomik krizlerde olsun insanlar birbirlerine karşı daha da güvensizleşebilir, bir başkasının güveni çok daha kolay suiistimal edilebilir. Tüm bunlara rağmen Türkiye, insanın insana yurt, şifa olmasının, insanın insana misafir olabilmesinin, birbirimize dost ve yaren olmamızı sağlayacak bir imkâna sahip.

Etkin umut diyorsunuz. Umudumuzu kaybetme noktasına mı geldik? Daha çok umut için toplum olarak üzerimize düşenler neler?

Güven, umudun sağ elidir. Birbirimize ve kendimize güvenerek geleceğin daha güzel ve mamur olacağını tahayyül edebiliriz. Bunun için de etkin ve cesaretle sarmalanmış bir umuda ihtiyacımız var. Umut etmek cesaret etmektir, yanlış giden bir şeylerin değişebileceğine ve dünyayı ve ülkemizi bulduğumuzdan daha güzel bırakabileceğimize duyduğumuz inançtır. Etkin umut, şimdiye kadar bizi ye'se düşürmüş şeyler, başımıza gelen badireler bir daha tekrarlanmasın diye bize ne sorumluluk düşüyorsa onu yerine getirmek demektir. Her birimiz elimizi taşın altına koyduğumuz gün iyileşmeye başlayacağız. Bu ülkeyi severken birbirimizi sevip birbirimize güveneceğiz. Empati halkasını geniş tutmak, iyi bir milletin vasfıdır. Bu halka kendi aile ve sosyal grubumuzun dışına doğru genişledikçe, sosyal sermaye ve güven artar. Böylece daha sağlam kurumlar inşa eder, birbirimizle daha çok alış verişe girer, geleceğe daha büyük bir umutla bakarız.

Bir de radikal empati öneriyorsunuz. Toplumumuz özellikle siyaset ve ekonomi üzerinden bu kadar ciddi bölünmeler yaşarken, önemli bir öneri. Empati bizi tekrar bir araya getirebilir mi? Nasıl yapmalı, ne yapmalı?

Empatinin zorunluluğu kişiliğin kurulmasında bile kendini dayatıyor. Öteki var olmadığında ben de yokum. Bebek gözleriyle konuşur, varlığının annenin gözlerinde yansımasını ister. İnsan iletişimi çok katmanlı bir yapı, duyguları iletmeye ve saklamaya yarar, yalan söylemeye yarar, gönül okşamaya ve kırmaya yarar. Ötekiyle doğru bir iletişime girme arzumuz onunla hemhal olabilmekle mümkündür ancak, onun var olma biçimine, dünya görüşüne nüfuz edebilmem ve onunla ortak bir anlam oluşturabilmem için onun dilini bilmeli, o dilden konuşabilmeliyim. Kendi kavramsal çatımı ona dayatmak yerine onun dilinde hünerli olmalıyım ki kendi arzu, tarafgirlik ve önermelerimi bir kenara bırakarak bir konuşma başlatabileyim. Birbirimizden farklı olsak da kendi öznelliklerimizi koruyarak, iki ayrı varlık olarak birbirimizle konuşabiliriz. Ötekini anlamakla ötekinin ötekiliğini giderme isteği arasında ise çok kısa bir mesafe vardır. Radikal empati ötekinin bütün farklılığına rağmen onun acısını anlamaya ve dinlemeye çalışmak demek. Onu benim gibi olmaya icbar etmeden. İyilik burada başlıyor. Dünya hayır ve iyilik üzerine dönüyor, kaynak, zaman ve enerjilerini başka insanlar için seferber eden, ötekinin acısını yüreğinde hisseden iyilik neferleri var. İyilik neferi, 'dünyayı ben kurtaracağım' diyen ve işittiği yardım çağrısı karşısında sessiz kalamayan, o çağrıyı sadece kendisi işitiyormuşçasına üzerine alınan kişidir. Türkiye'de dünyanın mazlum coğrafyalarına yardım götüren onlarca ayrı yardım kuruluşu var ve sadece bu bile bize insanın yükseliş imkânlarını gösteriyor.

Aidiyetler. Kültürel, etnik, cinsel aidiyetler. Sizce bu aidiyetler neden yaradılış olarak görülüp kabul edilmiyor da, ayrıştıran faktörler olarak algılanıyor? Bu konuda öneriniz nedir?

Türkiye çok uzun yıllardır korku siyasetleriyle idare edildi, dışarıda ve içeride öcüler vardı, düşmanlar ve dostlar vardı. İnsan kimliği çok cephelidir, anne babayız, meslek sahibiyiz, bir takım taraftarıyız vb. Siyasi kimlik bütün kimlikleri geri iterek hayatın vazgeçilmez unsuru haline geldiğinde duygular ve korkular üzerinden yürütülen kimlik siyasetleri büyük savaşlara geçit veriyor. Tanınma talebimiz haktır, haysiyet talebimiz sonuna kadar meşrudur ama öteki saydığımızı tümden yok sayma ve geçersizleştirme talebimiz de bir o kadar gayrı meşrudur. Velev ki bana şiddetle boyun eğdirmeye niyeti olmasın. Beni yok etmeye çalışmayan, bana şiddet uygulamaya yeltenmeyen kişi ile her zaman oturup konuşabilirim. Düşmanlar icat etmek,  bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutmaya yarar. Kendi zayıflıklarımızla yüzleşmekten, kendimize çeki düzen verip olgunlaşma sorumluluğundan kaçınmamız için bahane olur. Ancak kimse başkalarının günahlarıyla aziz olmuyor.

Ötekini bir birey olarak tanımlayabilmek için senin de birey olman gerekir; sen kendi benliğine yabancılaştığında ötekine yabancılaşmak da kaçınılmaz bir neticedir. Düşmanımdan ne kadar farklı olduğumu düşünüyorsam onun zihnimdeki suretiyle o kadar aynılaşırım. Bu yüzden, aidiyetlerini yadırgadığımız, hoşlanmadığımız, hasım saydığımız insanları tanımaya çalışalım, insan olarak onlarla yüz yüze buluşup ortak insanlık hallerinden hasbıhal ettiğimizde, onların da tıpkı bizim gibi dert sahibi, tıpkı bizim gibi hakikat sever olduğunu görmek grup zihnini dağıtmak için faydalı olabilir. Konuşma ahlakını yeniden kazanmak en ehemmiyet arz eden meselemiz.

Kendi köşesinde biricik, nice nazenin insanın klavye başına oturduğunda kendisinden saymadığına yönelttiği öfke ve şiddeti tuhaf bulmuşumdur. Oturup saatlerce çevre sorunlarından, şehirlerin ruhundan, demokrasinin meselelerinden konuşabileceğiniz birisinin söz gündelik siyasete geldiğinde aşk-nefret sarmalına sıkışıp kalmasını garipsiyorum. Ben kişisel olarak kendimden farklı bulduğum herkesle konuşmaya, onların bu ülkeyle ilgili dert ve tasalarını anlamaya çalışıyorum. Vatanımızı sevmenin onlarca yolu var, evet. Konuşmak kendimizin ve ötekinin kör noktalarını keşfedebilmemizi sağlar. Karşımızdaki insanın korku ve ihtiyaçlarını anlayabilmemizi, kendimizi onun üzerinden okuyabilmemizi sağlar. Seksenli yıllardan itibaren Türkiye'nin farklı ideolojik kutuplarından insanlar, açık oturumlarda, panellerde bir araya geliyor ve birbirlerinin gırtlaklarına basmadan konuşabiliyorlardı. Bu toplumumuz için büyük bir zenginlikti. Bu zenginliği hayata yeniden katmamız gerek.

Anadolu gibi çok kültürlü bir coğrafyada aramızdaki duvarları kaldırıp sizin önerdiğiniz köprüleri kurmak için sadece tek tek bireylere değil, belki topluma ve devlete düşen görevler yok mu?

Birey, empatinin kalkış noktası, onun kendini geliştirmek, bağ kurmak, anlamak iradesini göstermesi lazım öncelikle. Ancak tüzel kişiliklerin de bu ortamı sağlamak için yapabilecekleri şeyler var. Ortak buluşma alanları ihdas etmek, devletin, belediyelerin ve tüm kuruluşların öncelikli stratejisi olmalı. Mesela meslek edindirme kursları, yetenek ve beceri kazandırma eğitimleri çok farklı görüş ve eğilimden insanı, ortak bir amaç etrafında, uzun sürelerle bir araya getirir. Ülkenin temsil edildiği alanlarda ortak gurur ve sevinç dalgası yaratacak başarıları desteklemek de hakeza böyle bir bağı güçlendirir. Pozitif etki yaratan bu türden yöntemlerin yanı sıra devletin çatışma yaratacak durumları asgariye indirmek için de gerekli tedbirleri alması gerekir. Mesela gelir seviyesindeki makasın açılmasına engel olacak ekonomi politikalarını yürürlüğe koymak, belirli bir zümre, inanç veya siyasi görüşün kayırıldığı intibaı yaratacak siyasi, hukuki, bürokratik düzenlemelerden, iş ve işlemlerden kaçınmak, kamu istihdam politikalarını liyakat, eşitlik ve şeffaflık ilkesine göre yürütmek, ayrımcı, cinsiyetçi, ırkçı söylemleri nefret söylemi kapsamında ciddiyetle takip etmek, şiddetle cezalandırmak, bu türden suçlara verilecek cezaları ağırlaştırıcı unsur sebebiyle artırmak gibi. Bunun yanı sıra apartman tarzında dikey yapılaşma yerine insan haysiyetine, ruhuna ve mahremiyetine daha uygun yatay yapılaşmayı teşvik etmek hatta bu konuda sektöre baskı uygulamak, yeşil alanların, parkların artırılması, niteliğinin iyileştirilmesi bizleri yüz yüze iletişime geçmek konusunda teşvik edecek, çatışmadan uzaklaştıracaktır.

Yaşadığımız çağ ve toplum şiddetin her türünün gözümüze sokulduğu bir ambiyansa sahip. Sosyal medyadan tutun görsel medyaya kadar inanılmaz bir şiddet ve yoksulluk filmini uzun versiyon izliyoruz gibi. Siz sosyal empati öneriyorsunuz. Bu toplumsal dertlere çare olabilir mi sahiden empati?

Yoksulluk her durumda şiddet doğurmaz. İnsanlar hem yoksul hem de barışçıl hatta huzurlu olabilir. Şiddeti tetikleyen şey daha ziyade gelir adaletsizliğidir; bazılarının emeğin yahut üretici zekânın ürünü olmayan haksız bir kazanca kolayca kavuşurken, gayret, emek ve yeteneğin karşılıksız kalmaya mahkum bırakılmasıdır. Böyle bir yoksulluk ortamı insanların elinden umudunu alır. Umudun olmadığı yerde de şiddetin boy vermesi kaçınılmazdır. Şiddetin sürekli görsel olarak ve duygusal olarak pompalandığı bir ortamda da şiddet norm haline gelir. Kınanmayan ve derhal cezalandırılmayan şiddet, insan haysiyetini, insana ait değerlerin azizliği duygusunu aşındır.

Rekabet kültürü de şiddeti azdıran bir başka faktör, başarısızlığın bir hastalık olarak damgalandığı bir ortam güçlüye zayıfın haklarını hatırlatmak yerine zayıfa güçlü olma mecburiyetini dayatır. Tüm bunlar organize olarak insandaki hakikate çağıran içsel sesi boğar. Tüm bunları yeniden düşünmek gerekiyor elbette. Bataklığı kurutmadan, hastalığı kalıcı olarak tedavi etmek mümkün değil. Ancak bu, hastalıkla hiç mücadele etmemeliyiz manasına da gelmiyor. Bizi evvelemirde iyileştirecek olan şey ötekinin mağduriyetine, derdine, ıstırabına tanıklık etmektir. 

İnsan aynı zamanda bir ses, bir yankı, bir yüz arayan bir varlık. Hayat bir muhatap bulma arayışıyla kaim. Muhatap bulmak ve muhatap alınmak istiyoruz. Bebek yeterince aynalanır ve muhatap kabul edilirse daha iyi gelişiyor. Bugün insan beyninin ancak sosyallik içinde gelişen bir organ olduğunu biliyoruz. İnsan ancak anlamlı ilişkiler kurarak ruhsal manada serpiliyor. Bu da daha makro düzlemde bireyci psikoloji bilimine meydan okuyan, insanların ve varlıkların karşılıklı bağımlılığına atıf yapan daha bütüncül bir paradigmayı besliyor. Her birimiz birbirimize bağlı ve bağımlıyız. Bunun ekonomiden siyasete kadar yansımaları olabilir. Ekonomi her insanın sadece kendi çıkarını düşünen ve kendi karını maksimize etmek isteyen bencil bir varlık olduğu düşüncesini bırakırsa kapitalizm hizaya getirilebilir. Ulusların ve fertlerin kaderinin görünmez ilmeklerle birbirine bağlı olabileceğini düşünen bir siyaset, merhamet ve adaleti birinci vazifesi addederek tahakkümcü politikalardan vazgeçebilir.

Dr. Kemal Sayar sorularımızı bu içtenlikle yanıtladı. Söyleşimizin son cümlesi yine ondan bir alıntıyla olsun: "Susuzluğunu gidermek isteyen, kulağını dostun çeşmesine uzatsın ve oradan kana kana işitsin."

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU