İslam ve devlet (10): Zımmilerin siyasi hakları

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

İslam ülkelerinde hâkimiyet Müslümanlara ait olduğundan gayrimüslimler seçme ve seçilme hakkına sahip değildirler, dolayısı ile devlet başkanı olamayacakları gibi, devlet başkanının belirlenmesinde belirleyici de olamazlar.

Aynı şekilde vali, hâkim ve ordu kumandanı olarak da tayin edilemezler. Zimmilerin, diğer kamu hizmetlerinde görev yapmalarına ise İslam hukukçularının çoğu olumlu bakmıştır.

Gayrimüslimlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklarla ilgili olarak Kur'an-ı Kerîm'de, "Eğer sana gelirlerse ister onlar arasında karar verirsin ister kendi hallerine bırakırsın. Eğer onları kendi hallerine bırakırsan sana hiçbir şekilde zarar veremezler.

Ama eğer bir karar verirsen onlar arasında adaletle karar ver" denilmektedir.

İslâm hukukçularının büyük bir çoğunluğu din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olarak gayrimüslimlerin; aile, miras ve borçlar gibi dinî inançla yakın ilgisi olan özel hukuk alanıyla bazı ceza hukuku meselelerinde kendi hukuklarına göre yargılama özerkliğinin bulunduğu görüşündedir.

Zımmilerin kendi aralarındaki davalarda Müslüman mahkemelerine başvurmaları halinde ise Müslüman mahkemelerinin davalara bakıp bakmama yetkisi mahkemelere bırakılmıştır.

Bu yetki doğrultusunda İslami mahkemeler uygun gördükleri takdirde bu davalara bakar, uygun görmedikleri davaları ise gayrimüslim yetkililerin bakması için iade ederler.

Taraflardan birinin Müslüman olması veya konunun kamusal boyutunun bulunması halinde ise davaya İslâm Mahkemesi bakar. Bu gibi davalarda yetki kesin olarak İslami mahkemelerdedir.

Eğitim ve öğretim konusunda da zimmilere önemli haklar tanınmıştır. Kendi okullarını açarak, kendi dilleri ile inançları doğrultusunda çocuklarına istedikleri eğitimi vermekte serbesttirler.


19 ve 20'nci yüzyıllarda zımmilik

Cezayir, Tunus, Mısır, Hindistan, Özbekistan, Türkistan gibi birçok İslam ülkesinin 17 ve 18'nci yüzyıllardan itibaren sömürgeleştirilerek Batı egemenliği altına girmeleriyle bu ülkelerdeki zımmilik statüsü sona ermiştir.

Aynı dönemde Türkiye ve İran gibi İslami kurallara göre yönetilmekte olan ülkelerde de önemli değişiklikler meydan gelmiştir.

Osmanlı Devleti'nde 1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı ile devam eden süreç; 1876'da ilan edilen I. Meşrutiyet ve 1908'de ilan edilen II. Meşrutiyet ile adım adım farklı bir hukuk sistemine doğru evrilerek; kamu hukukunda önemli değişiklikler meydana gelmesine neden olmuştur.

Süreç içinde,1856 Islahat Fermanı ile birlikte, klasik zimmi hukuku önemli ölçüde ortadan kaldırılmış, klasik zimmi hukukundan eşit vatandaşlık hukukuna geçilmiş; gayrimüslimler önceki dönemlerden farklı olarak orduda da görevlendirilmeye başlanmıştır.

Askere gitmek istemeyen gayrimüslimlerden cizye yerine "bedelli askeri" adı altında bir vergi alınarak, gayrimüslimler askerlik görevinden muaf tutulmuşlardır.

Bunun dışında gayrimüslimler vatandaşlık hukukundan eşit olarak faydalanmaya başlamışlardır.

Osmanlı İmparatorluğu'nda 1860'lardan sonra Ermeniler ve Rumlarla ilgili özel, onlara has yasal düzenlemeler yapılmıştır.

Bu durum özellikle kırsalda devlete verdikleri cizyeye ilaveten yerel ağa, bey ve ayanlara da vergi veren gayrimüslimleri rahatlatırken; bu gelirden yoksun kalan yerel Müslüman güçlerde ciddi bir rahatsızlığa neden olmuştur.

Tanzimat ve Meşrutiyet'e karşı oluşan muhalefetin en önemli nedenlerinden biri de bu güç kaybıdır. Aynı şekilde
Osmanlının arazi kanunu ve "Has, Tımar ve Zeamet" sisteminin değişmesi de taşradaki güç dengesini altüst etmiştir.

Bu dönemde Balkanlarda Tepedelenli Ali Paşa isyanından, Kürdistan'da Revanduzlü Muhammed Bey'in isyanına kadar birçok isyanın özünde bu güç kaybına karşı koyuş ve direniş yatmaktadır.


Zımmilik sisteminin İslam toplumundaki etkileri

Müslüman toplumlara ilk dönemlerde ciddi bir ekonomik kaynak sağlayan zımmilik, ilerleyen yüzyıllarda Müslüman toplumun aleyhine gelişen bir ekonomik yapı ortaya çıkarmıştır.

Gayrimüslimlerin askerlikten muaf tutulmaları, onları barış ve güvence altında salt üretime yöneltmiş, sanayi, ticaret ve tarımda oldukça ilerlemelerine yol açmıştır.

Bir müddet sonra Müslüman toplumun önemli bir kısmı üretimin tamamen dışında kalarak askerlik ve yöneticiliği (memur, kaymakam, vali, ağa, bey...) meslek edinmişlerdir.

Müslümanlar, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarla uzun yıllar ailelerinden ve üretimden ayrı kalmış, nüfus olarak da ciddi can kayıpları yaşamışlardır.

Bu dönemde savaşlara katılmayan gayrimüslimlerin nüfus artışları da doğal olarak Müslümanlardan fazla olmuştur.

Özellikle Batılı devletlerin, Müslüman devletlere karşı sanayi ve ekonomide bariz bir şekilde öne geçtikleri ve yeni silahlarla askeri üstünlük sağladıkları 17 ve 18'nci yüzyıllardan sonra ağır yenilgilere uğrayan İslam ülkeleri, sürekli fakirleşmeye başlamışlardır.

Sonuç olarak 20'nci yüzyılın başlarına gelindiğinde, fetihlerin sağladığı ganimetin kesilmesi ve üstüne üstlük savaşlarda büyük yenilgiler yaşanması nedeniyle Müslüman toplum büyük bir dağınıklık içine girmiş; Müslümanlar ekonomik sıkıntılar yaşarken, gayrimüslimler yaşadıkları ülkelerin tüm sanayi ve ticaretini ellerine geçirmişlerdir.

İslam ülkelerinde sermaye de çok büyük oranda gayrimüslimlerin elinde birikmiştir.

Bu konu ile ilgili Osmanlı devlet arşivlerindeki ithalat, ihracat, sanayi ve tarımsal üretimle ilgili rakam ve istatistiklerden hareketle yapılan çok sayıda akademik çalışma mevcuttur.

İmparatorluğun İstanbul, İzmir, Beyrut, Selanik, Bursa, Halep, Diyarbekir, Van ve Samsun gibi şehirlerinde gayrimüslim nüfusun zenginliği çok açık bir şekilde görülmektedir.


Günümüzde zımmilik

Günümüzde zımmilik kurumu fiilen bitmiş bulunmaktadır.

Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan Fas'tan Türkiye'ye; Mısır'dan Endonezya'ya kadar birçok ülke laik rejimlerle yönetilmektedir.

Bu nedenle bu ülkelerde zımmilikle ilgili bir uygulamada bulunmamaktadır. Ancak birçok Ortadoğu ülkesinde Müslüman çoğunluğun yanında ciddi sayılacak oranda Müslüman olmayan (gayrimüslim) nüfus da yaşamaktadır.

Gayrimüslimlerin nüfusları Suriye ve Mısır'da yüzde 10'lara Lübnan'da yüzde 35'lere ulaşmaktadır. Türkiye, Irak, Ürdün ve
Sudan başta olmak üzere birçok ülkede de Hristiyan (Ermeni, Kıpti, Yunan (Rum), Süryani (Yakubi, Marunî, Nasturi, Keldani) vatandaşlar vardır.

İsrail'in kuruluşundan sonra bu ülkelerdeki Yahudilerin büyük kısmı İsrail'e göç etmişlerdir. Türkiye'de ise yaklaşık 20 bin Yahudi vatandaş yaşamaktadır.

Yahudi ve Hıristiyanların dışında Türkiye, Irak ve Suriye'de yaşamakta olan 500 bin civarında da Kürt Ezidi vardır.

Bu nüfusun çok büyük kısmı olumsuz hayat şartlarından ve yaşadıkları katliamlardan dolayı Avrupa ülkelerine göç etmek zorunda kalmış bulunmaktadır.

Yine aynı nedenlerle Ortadoğu'daki Hıristiyan nüfusun da büyük bir bölümü binlerce yıldır yaşamakta oldukları topraklarını terk etmek zorunda bırakılmışlardır.

Günümüz Müslüman aydınlarının önündeki en önemli sorunların başında farklı din ve inançlara mensup insanlara (ötekiye) nasıl muamele edileceği konusudur.

Bu çok önemli konu "Zaten Müslümanlar iktidarda değiller, yakın bir zamanda da böyle bir ihtimal mümkün değil; onun için böyle bir durum vaki olursa düşünülür, zaten gerekli hükümler de İslam hukukçuları tarafından belirlenmiştir ve bellidir" diyerek savsaklanamaz.

Bugün birçok Müslüman ülkenin laik rejimlerle yönetildikleri doğrudur; ancak başta İran olmak üzere Afganistan, Irak, Pakistan, Suudi Arabistan ve Türkiye'de şu veya bu dozajda 'İslami' iddiaları olan iktidarlar bulunmakta ve bazılarının anayasaları da referansını Kuran'dan almaktadır.

Tunus ve Mısır'da çok kısa süreli de olsa iktidara gelen İhvan-ı Müslimin'in başarısızlığının nedenlerinden biri de, bu konuyla doğrudan ilgilidir.

Geçmişte mezhep imamlarının şahıslarında sembolleşen "Gayrimüslimlerle birlikte yaşamanın kuralları ile ilgili hukuki içtihatlar" günümüz şartlarında yetersiz kalmaktadır.

İslam hukukçularına (fakihlere) göre zımmi ya da ehl-i zımme (zımmiler), anlaşma gereği cizye verme yükümlülüğünü (Tevbe Suresi, 29'uncu ayet) yerine getirmelerine karşılık İslam ülkesinde (Darül İslam) sürekli oturma ve güvence altında yaşama hakkına sahip olan, İslam devletinin gayrimüslim vatandaşlarıdır.

Tarihsel ve hukuki olarak bazı siyasal ve kamusal hakları Müslüman vatandaşlara nazaran sınırlandırılmışken, can, mal, namus, çocuk, eğitim, ibadet gibi hakları devletin güvencesi altındadır.

Devlet istisnai olan meşru nedenler haricinde anlaşmayı bozup, zimmileri vatandaşlıktan ihraç edemez, güvencesini kaldıramaz.

Zımmi vatandaş ile Müslüman vatandaş adli ve cezai hukuk davalarında yargı önünde eşittir.

Ancak günümüzde, barış ortamında Müslümanlarla eşit yurttaşlar olan gayrimüslimlerin (Hıristiyan, Yahudi…), belli bir vergi (cizye) ödeyerek "ikinci sınıf" yurttaş statüsünü kabul etmeleri mümkün değildir.

İslam hukukunun klasik "Zımmi" yaklaşımının yeniden yorumlanması zorunludur.

Ali Bulaç da Batı'dan ithal edilen dini, mezhebi ve etnik azınlık kavramlarının Ortadoğu'nun hem tarihsel gerçekliğine, hem de bugünkü pratiğine uymadığını ve klasik zımmiliğin sorgulanması gerektiğini düşünenlerdendir:

Modern fakihler ve Müslüman entelektüeller ise 'tarihi zımmi' statüsü dışında herhangi bir fikir geliştiremiyorlar.

Oysa zımmiliği ortaya çıkaran maddi şartlar bugün mevcut değil. Gayrimüslimler, ancak kanlı bir çatışmadan sonra zımmi olmayı kabul edebilecekler.

Soru şudur: Çatışmadan, tarafları memnun edecek ve onları Batılı ülkelerin içerideki tahrik unsurları olmaktan çıkaracak başka bir çözüm yok mu? Elbette var.

Bunun üzerinde evveliyatla düşünmesi gereken fakihler (İslam hukukçuları) olmalı. Ama fakihlerin zihinlerini 'Batılı azınlık' ve 'tarihi zımmi' modelleri dışına çıkarıp İslam'ın ilk uygulamalarına, yani cizye hükmünün inişinden öncesine çevirmeleri gerekir.

Bu sorunlara çözümler bulamazsak, Batı'nın desteğinde Sudan gibi İran, Irak, Pakistan, Türkiye vb. de bölünüp parçalanacak.


Hz. Muhammed'in Medine'de uyguladığı "Medine Vesikası/Sözleşmesi" örneği bugünkü şartlara, Müslümanlarla gayrimüslimlerin ilişki biçimine, daha uygundur.

İslamcıların iktidara geldikleri ülkelerdeki en çok rahatsızlık uyandıran uygulamaları kamusal alanın düzenlenmesi ile ilgilidir.

İslamcıların yönetime geldikleri Mısır ve İran gibi birçok ülkedeki ilk icraatları; içkili mekânları, plaj ve eğlence yerlerini yasaklamak olmakta; Müslümanlar için geçerli olan kurallar tüm topluma da uygulanmaktadır.

Bu doğruluğu tartışılması gereken uygulamalar, gayrimüslimler tarafından tepkiyle karşılanmakta ve hayat tarzlarına müdahele edilmesinden büyük rahatsızlık duyan bu çevreler peşinen İslamcıların karşısında yer almaktadırlar.

Suudi Arabistan, İran ve Afganistan gibi ülkelerde kadınların baş açık dolaşmaları; Suudi Arabistan'da ise kadınların otomobil kullanmaları bile yasaktır.

Hâlbuki İslam'ın ilk dönemlerindeki cariye hukukunda bile cariyelerin açık gezmeleri serbesttir.

Belli bir din ve ideolojiye ait kuralların tüm topluma uygulanması otoriter ve totaliter rejimleri doğurur.

Özü itibarı ile Türkiye'de geçmişteki tek parti dönemi, Kuzey Kore, Sovyetler Birliği, Çin ve Küba ne kadar diktatörlük ise İran, Suudi Arabistan ve Afganistan'da o derece diktatörlüktür.


Sorunun özü şudur: Müslümanların tabi olmak zorunda oldukları kamusal kurallar gayrimüslimlere de uygulanabilir mi?

Bundan hemen sonra sorulması gereken ikinci soru da şudur: Eğer uygulanamaz ise kamusal alan nasıl düzenlenmelidir?

Bugün Ortadoğu'daki bir diğer en önemli "din sorunu"; Siyonist İsrail'in kurulması nedeniyle Yahudilerle Müslümanlar arasında yaşanmakta olan Filistin sorunudur.

Siyonistlerin, Filistin'i ve Nil'den Fırat'a kadar olan bölgeyi Tanrı'nın kendilerine sunduğu "vadedilmiş topraklar" olarak kabul etmeleri ve bu inanç doğrultusunda "Büyük İsrail" hedefini sürekli olarak canlı tutmaları bu sorunu içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir.

Müslümanlar arasında buna bir tepki olarak gelişen ve ciddi bir taraftar kitlesine ulaşan "Son Yahudi yok edilip, denize dökülene kadar savaş" siyaseti ise uzlaşma ve birlikte yaşama fikrini tamamen imkânsız hale getirmektedir.

Bu durumda tarafları uzlaştırabilecek bir çözüm mümkün olmadığından, ortada "kıyamete kadar savaş"tan başka bir seçenek kalmamaktadır.


İsrail'in, Ortadoğu'daki uzlaşmaz işgalci varlığı, özelde Yahudilerle Müslümanlar arasında olan sorunu; ABD, İngiltere, Avrupa Birliği, Rusya ve dünyanın diğer ülkelerindeki Yahudi lobilerinin de etkisi ile sadece bölgesel bir sorun olmaktan çıkararak küresel bir sorun haline getirmiştir.

Yahudi lobisinin çalışmaları ile tüm bu adı geçen Batılı ülkeler İsrail yanlısı politikaların savunucusu durumuna gelmişlerdir.

Bu ülkelerin, İslam ülkeleri ile olan ilişkilerinde de; ekonomik, sosyal ve siyasi konulardan önce İsrail'in güvenliği gelmektedir.

İsrail'in güvenliğinin birincil derecede önem arz etmesi, İslam-Batı ilişkilerini de zehirlemekte, Ortadoğu'da sağlıklı ve kalıcı ilişkilerin kurulmasını engellemektedir.

Filistin'de Yahudilerin ve Müslümanların birlikte barış içinde yaşayabilecekleri bir çözüm ne yazık ki, her iki tarafın ultra şahinleri nedeniyle yakın bir dönemde mümkün görünmemektedir.


Müslümanların azınlıkta oldukları ülkelerde statüleri

Müslümanların azınlıkta oldukları ülkelerdeki bireysel ve kamusal yaşantılarıyla ilgili statüleri de sorunludur. Çok kısa bir şekilde ifade etmek gerekirse bu statü ile ilgili haklar yaşadıkları ülkelerin 'insafına' bırakılmış durumdadır.

Müslümanlar; Almanya, İsveç, Hollanda, Fransa gibi Batı Demokrasi'sinin sembolü olan ülkelerde bile ciddi sorunlar yaşamaktadırlar.

Yunanistan gibi Müslümanların haklarının Lozan Anlaşması'nda belirlendiği ve güvenceye alındığı ülkelerde de durum benzer şekildedir. Yunanistan hükümetleri yıllarca

Atina'da cami yapımına bile izin vermemişlerdir.

Bosna Hersek, Lübnan ve Malezya gibi Müslüman ve Müslüman olmayan nüfusun birbirine yakın oranda olduğu ülkelerde ise durum daha farklıdır.

Bosna Hersek'te ancak uzun süren bir iç savaştan ve on binlerce insanın hayatını kaybetmesinden sonra 3 bölgeli bir federasyonla bir uzlaşı sağlanmıştır.

1 milyar 400 milyon nüfusu olan Hindistan'da yaklaşık 200 milyon Müslüman yaşamaktadır. Tarihsel süreç içinde bir bütün olan Hindistan'dan Pakistan ve Bengladeş devletlerinin kuruluşları ile yaklaşık 400 milyon Müslüman ayrılmasına rağmen Hindistan'daki 200 milyonluk Müslüman nüfus dünyanın en büyük dini azınlığıdır ve Hindu toplumu ile Müslümanlar arasında sürekli sorunlar yaşanmaktadır.

Klasik İslam hukuku, Darül İslam'ın (İslam'ın egemen olduğu topraklar, İslam ülkesi) dışında, Darül Harb'de Müslümanların hâkim olmadıkları topraklar) yaşayan Müslümanların bir an önce, şartları zorlayarak; Darül İslam'a geçmelerini önermektedir.

Hâlbuki günümüz dünyasında ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı bu süreç tersine işlemekte, sözde Darül İslam olan ülkelerden, Batılı ülkelere göç bütün hızıyla devam etmektedir.

Küreselleşen dünyada ekonomik, kültürel, sosyal, siyasi... birçok nedenden dolayı bunu engellemek de mümkün değildir.
Dünya etnik, dini ve farklı inançlar olarak sürekli olarak iç içe geçmekte; New York, Losangeles, Londra, Paris, Hong
Kong, Singapur, İstanbul gibi metropollerde her kesimden milyonlarca insan yan yana birlikte yaşamaktadır. Bunu geriye döndürmek de imkânsızdır.

Bu durumda İslam hukukunun egemen olmadığı ülkelerde İslami kurallara göre nasıl ve hangi şartlarda yaşanabileceği büyük bir sorundur.

Kişisel ve kamusal hukukun belirlenmesi ile ilgili cevap bekleyen sorulara cevap vermek için ciddi çabalara ihtiyaç vardır.

 

Devam edeceğiz...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU