31 Mart Seçimleri: Sorunun yapısal temelleri

Prof. Dr. Osman Can Independent Türkçe için yazdı

14 Mart 2019 tarihli Resmi Gazetede “Türk Yargı Etiği Bildirgesi” kamuoyuyla paylaşılmıştı.

Yargıçlar “tarafsız hareket etmekle yetinmez, objektif bir bakış açısıyla tarafsızlıklarına ilişkin her türlü kuşkuyu bertaraf edecek bir duruş sergilerler. Yargıya güvenin sağlanması ve sürdürülebilmesi için tarafsız olmak kadar, tarafsız görünmenin de önemli olduğu bilincindedirler” gibi, yahut “hukuki güvenlik ilkesi gereği uygulamalarında tutarlılığı gözeterek görevlerini yerine getirirler” benzeri bir çok değerli ilkeyi barındıran bu bildirge “hakimler ve savcıların, adına karar verdikleri Yüce Türk milletine ve O’nun her bir ferdine verilmiş bir söz” olarak tayin ve tespit edilmişti. Bu bildirge, elbette Yargıtay ve Danıştay üyelerinden oluşan Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üyeleri için de geçerli. Etik ilkelere riayet beklentisinin, asgari yasal ve anayasal kurallara riayetin sağlandığı, bunun da ötesinde iktidarın tek elde toplanmadığı bir siyasal yapıda anlam kazanacağı gerçeğini unutmadan...

Açık oy, gizli sayım (!) kuralının geçerli olduğu, seçim sonuçlarının ise iktidar tarafından ilan edildiği 1946 seçimine karşı gösterilen yoğun ve haklı tepki üzerine 1050’de YSK kuruldu, seçimlerin yargı organlarının yönetim ve denetiminde yapılması esası benimsendi. Bu da seçimlerin yüksek yargıçlardan oluşan bir yüksek seçim kurulu ile iller ve ilçelerde bir yargıcın başkanlığında “tarafsız” devlet memurlarından oluşan heyetlerin yönetim ve denetiminde yapılması anlamına gelir.

O tarihten beri, kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de en zor ve gergin zamanlarda dahi seçimler yapıldı ve seçimlere güven duyuldu. 1961 seçimleri 27 Mayıs Darbesinin gölgesinde yapıldığı ve bu dönem YSK’sı da darbecilerin onayından geçmiş yargıçlardan müteşekkil olduğu halde CHP tek başına iktidar olamamıştı. 1965 seçimlerinde ise Adalet Partisi %52,9 oy alarak rekor kırmıştı. 1983 yılında yapılan seçimler de 12 Eylül Darbecilerinin hegemonyası sürerken gerçekleştirilmişti. Ancak darbecilerin kerhen izin verdiği Anavatan Partisi seçimlerden zaferle çıkmıştı. Darbeciler seçim sonuçlarına saygı duymuş, Turgut Özal’ı hükümeti kurmakla görevlendirmekten imtina etmemişlerdi. Refah Partisi’nin kazandığı 1995 seçimleri ve çok daha önemlisi AKP’nin %34,3 ile TBMM’de Anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa ulaştığı 2002 seçimlerine karşı ciddiye alınabilir bir itiraz dile gelmemiş, YSK’ya güven sorunu yaşanmamıştı. Tüm bu seçimlerde oyunun kurallarına riayet edilmiş, iktidar değişiminde sorun yaşanmamıştı. Avrupa kurumlarında dahi seçim güvenliği konusunda Türkiye örnek gösterilmekteydi. Zira yargı ve kamu görevlileri ile siyasal partiler arasında dikkat edilen ve tarafsızlığı ortadan kaldırmayacak bir mesafe vardı. Anayasal güç dengesi, çok tartışmalı yöntemlerle de olsa, buna imkan sağlıyordu.

31 Mart’ta Türkiye tarihinin en tartışmalı seçimlerinden biri yapıldı. Tartışmalar birden ortaya çıkmadı. Hatırlayalım, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra koalisyona yanaşmayan AKP, Türkiye’nin hızla savrulduğu şiddet ortamında olağanüstü şartlarda gerçekleştirilen 1 Kasım seçimlerinde TBMM’de çoğunluğu yeniden elde etmiş, meşum darbe girişiminin hemen ardından olağanüstü hal ilan ederek KHK’lar ile kamuda ve özellikle yargıda esaslı tasfiyeler gerçekleştirmişti. Ancak tasfiyeler FETÖ ile sınırlı kalmadı. OHAL’in, anayasal usullere aykırı uzatma kararlarıyla kapsamı genişletilmiş, KHK’lar ve sair tedbirlerle bir iki TV kanalı ve gazete dışında geleneksel medya yürütmenin kontrolüne alınmış, başta üniversiteler olmak üzere kamuoyunu etkileme potansiyeline sahip kanallar önemli ölçüde sessizleştirilmişti. Yine Anayasaya aykırı bir şekilde OHAL KHK’ları ile devletin idari yapısı önemli ölçüde değiştirilmişti. Aleyhe propagandanın imkansıza yakın olduğu bu OHAL şartlarında Türkiye tarihinin en radikal anayasa değişikliği referanduma sunuldu. Bu anayasa değişikliği ve halkoylaması süreci Venedik Komisyonu’nca çok açık ve sert bir şekilde eleştirildi (13.3.17 tarihli CDL AD 2017/5 sayılı görüş).

YSK “mühürsüz zarflardaki oylar geçersizdir” açık hükmüne rağmen, bu oyları geçerli sayılarak Anayasa değişikliğinin az bir farkla kabul edildiği ilan etti. Nisan 2017 referandumunun hemen ardından Cumhurbaşkanı parti başkanı oldu, çok daha önemlisi yargıda kısmi bir çoğulculuğa imkan sağlayan HSYK ilga edilip üyelerinin görevine son verildi. HSK adını alan kurum yürütmenin tasavvuru doğrultusunda yeniden oluşturuldu. Kurumsal güvenceleri önemli değişikliklere uğramış, tasfiyeler ve yeni alımlarla da başkalaşmış yargının yönetim ve denetiminde ve yine OHAL ortamında, Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri yapıldı. Demokratik ülke örnekleriyle ilgisini bulunmayan Türkiye tipi başkanlık sistemi yürürlüğe girdi. Yürütme tek elde toplandı. TBMM’nin denetim yetkileri ortadan kaldırıldı, bütçe konusundaki yetkisi tarihsel anlamından uzaklaştırıldı. Başkan’ın atamalarında TBMM’ye onay yetkisi tanınmadı, bu şekilde ulusal iradeye sadakati tesis edecek tek mercii olan TBMM kamuda ağırlığını kaybetti. Başkan’ın yasamada da çoğunluğu elinde bulundurması nedeniyle TBMM işlevini önemli derecede yitirdi. Yüksek yargı atamalarında Başkan neredeyse tek belirleyici hale geldi.

İşte 31 Mart seçimleri, yasama ve yürütme gücünün tek elde toplandığı, yargının bu güç tarafından belirlendiği, medya ve ekonomik karar mekanizmalarının kontrol altına alındığı, akademinin ve sivil toplumun sessizleştirildiği bir ortamda gerçekleştirildiği ve buna rağmen iktidar blokunun başarısız kaldığı bir seçim olması nedeniyle çok önemli, ancak YSK’nın hukukla ve kendi yerleşik içtihatlarıyla çelişkili kararları nedeniyle de çok tartışmalı bir seçim oldu.

YSK kurulduğu 16.2.1950 tarihinden bu yana ilk defa bu ölçüde hukuki olarak tartışmalı bir seçim yönetiyor, ilk defa bu kadar derin bir güven sorunu yaşıyor. 

Peki, sorunumuz YSK mı?

Bir kere bu güven sorunu, genel olarak yargının yaşadığı güven sorunundan bağımsız değil. İkinci olarak yargıya destek sağlayacak kamu görevlilerinin eskide olduğu gibi tarafsız davranamadığı, parti lideri bir devlet başkanına sadakat içinde olma zorunluluğu göz ardı edilemez.

Diğer yandan 31 Mart seçimlerinin yerel seçimler olduğunu unutmamak gerekir. Yerel seçimlerde iktidar el değiştirmiyor. Doğrusu, Türkiye’nin neredeyse bir asırdır değişmeden gelen katı merkeziyetçi anayasal düzeni nedeniyle yerel yönetimlerin “mahalli müşterek ihtiyaçları görmek” dışında bir yetkisi de yok, tabi ürettiği rantın iştah kabartıcı etkisini saymazsak. Bu seçimleri bu kadar önemli hale getiren husus bir yandan sağladığı rant, ancak çok daha önemlisi bu seçime iktidar bloku tarafından yüklenen anlam ve seçim kaybının yol açtığı psikolojik etki. Devletin maddi, kurumsal, hukuksal, iletişimsel, görsel ve dinsel alandaki imkanlarının seferber edilmesine rağmen seçimin kazanılmamış olması, özellikle İstanbul’un kaybı, iktidar bloku bakımından sonun başlangıcı, muhalefet için de tünelin ucundaki ışık gibi yorumlanıyor.

Kuşkusuz bu yorumlar doğru olabilir. Ancak yerel seçimin anayasal düzenin işleyişinde pek bir anlam ifade etmediğini, yerel yönetimleri kazanmış olmanın demokrasi, insan hakları ve özgürlükler bakımından esaslı bir değişim sağlamayacağını belirtelim. Zira YSK özelinde güven kaybının hangi aşamada başladığına dikkat edersek, esas yozlaşmanın ve bozulmanın sistemde gerçekleştiğini, güven sorununun bir bütün olarak devletin anayasal düzeniyle ilgili olduğunu görebiliriz. Adaletin muhatabı sadece yargı değil, ondan önce yürütmedir, yasamadır. Yasama ve yürütme adaletle hükmeden merciler olmaktan çıkıp, adaletsizliğin kaynağına dönüştüğü yerde yargı üzerinden yürütülen tartışmalar işe yaramaz. Hele 31 Mart seçimlerinin sonuçlarıyla sınırlı bir adalet ve güven tartışması ise sadece gerçeği perdeleyecek bir siyasal körlüğe yol açar.

Türkiye’nin temel sorunu yasama ve yürütmenin doğrudan, yargının da dolaylı olarak eşgüdümlü hale getirilmiş olması, iktidarın tekelleşmesi ve kişiselleşmesi, hukuk devleti ilkesinin tahribi, demokrasinin artık güvenliği de kalmamış bir sandık oylamasına ve mitinglerde toplanan insan kümelerinin alkışına indirgenmiş olması, en kötüsü de bunun yeni hükümet sistemiyle anayasal düzlemde kalıcı hale getirilmiş olmasıdır.

YSK mazbatayı muhalefet adayına verdi. Şimdi YSK’nın sonraki itirazları da gerçekten tarafsız ve bağımsız bir şekilde karara bağlayarak seçimleri sonuçlandırdığını kabul edelim. Hatta aynı şekilde sonraki seçimlerin de muhalefet tarafından kazanıldığını varsayalım. Güveni tesis etmiş olacak mıyız? Mevcut anayasal düzen değişmediği sürece, aynı güç bu defa diğerinin eline geçecek, ancak kazanın her şeyi kazanacağı, diğerinin de her şeyi kaybedeceği kontrolsüz ve denetimsiz bir iktidardan kaynaklanan kötülük değişmeyecektir.

Dolayısıyla iktidar tabii ki iktidarda kalmayı beka sorunu olarak görecek, çok daha önemlisi, iktidarı destekleyen gruplar, kimlikler ve sosyal sınıflar da bunu beka sorunu olarak görecektir. Hele aynı yetkilerin bu defa muarızlarının eline geçtiği durumda güvende olmayacağını çok iyi biliyorsa...
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU