Hilafet neden kaldırıldı, bu çağa uyarlanıp geri getirilebilir mi?

Albayrak Medya grubuna bağlı Gerçek Hayat dergisinin gündeme getirdiği "hilafet" meselesinin geçmişi bu şekildeydi. Yavuz Sultan Selim'in Osmanlı'ya getirdiği hilafet makamı 1924 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaldırıldı

Albayrak Medya grubuna bağlı Gerçek Hayat dergisi geçtiğimiz günlerde "Hilafet için toparlanın" manşetiyle Türkiye gündemine oturmayı başardı.

Hükümete yakınlığıyla bilinen pek çok yayın organı bu manşeti provokasyon olarak yorumlayarak desteklemediğini açıkladı.

Örneğin Haber 7'nin Gerçek Hayat'a tepkisi "Gerçek Hayat ne yapmaya çalışıyor: Provokasyona tepkiler" şeklinde oldu.

Bu yaklaşım diğer medya organlarında da benzer bir eğilim taşıyordu.
 


Hilafet makamının 'geri getirilmesi' tartışmalarının karşı veya taraf olmak sınırları içerisinde yapılması konunun anlaşılmasını güçleştirmektedir.

Hilafet makamının ne olduğu, nasıl kaldırıldığı ve geri getirilmesinin imkân dahilinde olup olmadığı meselesi etraflıca ele alınıp irdelenmiş değil.

Kime, neye göre, hilafet makamı? 

İbn-i Haldun meşhur "Mukaddime" isimli eserinde hilafeti yalnızca bir unvan olarak ele alır ve makamların ancak liyakat sahibi kişilerce bir anlam taşıdığını belirtir.

Liyakat sahibi insanların yönetimlerinin isminin hilafet olmasa dahi hilafet makamının varlık sebebini karşılıyorsa bunun yeterli olabileceğini ima eder. 

İbn-i Haldun'un bu iması hilafetin kaldırılması tartışmaları sırasında TBMM'nin üstlendiği rolün de hilafeti karşıladığını iddia eden mebusların dayanak noktasıydı.
 

ibni haldun.jpg
İbn-i Haldun (Temsili)


İbn-i Haldun, devlet idarecilerinin liyakatsiz olmaları durumunda ise hilafet makamının Müslümanları bir arada tutmaya veya sorunların çözümüne deva olmayacağını belirterek Hz. Ali'den nakledilen sözü örnek verir:

Adamın biri Hz. Ali’ye (ra); Müslümanların hali ne böyle! Ebubekir ve Ömer iş başında iken ihtilaf etmedikleri halde sen iş başına gelince ihtilafa düştüler, (yoksa uğursuzluk ve beceriksizlik sende mi) dedi. Hz. Ali ‘Çünkü Ebubekir ve Ömer benim gibi (dürüst) kimseler üzerinde vali ve emir idiler, bugün ben senin gibi kimseler üzerinde vali ve emirim’ dedi.

(Mukaddime)


İdarecilerin liyakat ve erdemleri İbn-i Haldun'a göre esas ölçüdür. Hilafetin ne olduğu yüzyıllarca Müslümanlar için büyük bir tartışma konusuydu.

Ehl-i Sünnet'in, Şia'nın ve Haricilerin farklı farklı görüşleri söz konusuydu.

Ehl-i Sünnet taraftarları hilafeti itikadi bir mesele olarak ele alırdı. Hz. Ebubekir'in "Haberiniz olsun ki, Muhammed (s.a.s) vefat etmiştir ve bu dini ayakta tutacak bir reise (imamet-i Kübra) mutlak ihtiyaç vardır" sözleri Ehl-i Sünnet taraftarlarınca imani bir mesele olarak ele alınmasına neden oldu.

Taftâzânî ise konuyu itikadi bir mesele olarak ele almaya karşı çıkarak füru’(ayrıntı) olarak görülmesi gerektiği konusunda Ehl-i Sünnet taraftarlarını uyarmıştı:

İmâmet-i Kübrâ meselesi itikadî esaslardan olmayıp fıkhı ilgilendiren bir füru' meselesidir. Fıkıh kitaplarımızda zikredilmiştir ki; millet için, dini yaşatacak, sünneti ayakta tutacak, mazlumları koruyacak ve haklıyı haksızdan ayıracak bir başkana (imam) mutlaka ihtiyaç vardır.


Şia taraftarları da Ehl-i Sünnet taraftarları gibi konuyu bir itikadi mesele olarak ele almıştı; ama Ehl-i Sünnet'ten farkları ise hilafetin kimde olacağında kilitlenmişti.

Şia’ya göre Hz. Muhammed, Hz. Ali’yi İmam (Halife) tayin etmişti. Hazreti Ali ise Muaviye’yi imam tayin etmemişti.

İslam’da imam tayini en önemli meseleydi ve zincir bir kere kırılmıştı. Bu yüzden ne Bağdat’taki ne de İstanbul’daki Sünni Halifelerinin makamlarının bir önemi yoktu.

Halifeliğe dair sayısız görüşten birisi de Haricilere aitti. Bazı kesimlerin bir görüş veya gruptan ziyade bir terör örgütü olarak gördüğü Hariciler, İslam Halifesinin seçimle iş başına gelebileceğini iddia ederek günümüz demokratik seçimlerini anımsatan bir öneride bulunmuşlardı.

Halifenin seçimi ile ilgili temel prensipler adaletli olması, liyakatli olması ve kadın olmaması vs. idi. Bu prensipler her görüşte benzerlik gösteriyordu.

Problem, Halifenin Kureyşli olup olmaması ve babadan oğula aktarılıp aktarılamayacağı tartışmalarında kilitleniyordu.


Hilafetin Osmanlı'ya geçişi 

Hilafet makamı her şeyden önce bir yönetim modeliydi. Temel dayanak noktası Bakara Suresi 30'uncu ayetti:

Rabbin, meleklere: 'Ben yeryüzünde (insanı) halife yapacağım demişti. (Melekler de) Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi halife yapacaksın? Oysa biz. Seni överek tesbîh ediyor ve seni takdis ediyoruz' dediler. 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' dedi.


İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesiydi. Bu sebeple insanların da mutlaka bir halifesi bulunmak zorundaydı. İbn-i Haldun bu makamı şöyle tarif etmişti: 

Hilafet, dinin muhafazası ve dünya işlerinin şer’i (dini) bir siyasetle idare edilmesi hususunda şeriat sahibi olan Hz. Peygamber’e niyabettir.

(Mukaddime)


Hilafet makamının Osmanlılara tam olarak nasıl geçtiğine dair rivayetler muhtelif bir görünüm arz etmektedir.

Sultan Murat Hüdavendigar ve Fatih Sultan Mehmet bu makamı sıfat olarak üzerine almaya çalışmışsa da halifelik makamını resmen üzerine almayı başarabilen kişi 'Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn: Halife Yavuz Sultan Selim'dir.
 

yavuz sultan selim.jpg
Yavuz Sultan Selim / Görsel: Pinterest


Bu da Mekke ve Medine’nin Osmanlı’ya katılması ile mümkün olmuştu.

Bu ayrıntıdan anlaşılabileceği üzere bazı çevrelerce bugün halifeliğin geri gelebilmesi için; hükümdarın Mekke ve Medine’nin idaresini elde tutması elzemdir.

Aksi halde kendisini halife ilan edecek kişi Kureyşli olmamak ithamıyla suçlanacaktır. 

Osmanlı bu ithamların önünü kesebilmek için Lütfi Paşa’ya "Halâsu’l-Ümme fî Ma’rifeti’l-Eimme" risalesini yazdırmıştı.

Yine de İngilizlerin teşvikiyle Osmanlı hilafetine karşı en büyük Arap isyanlarının temel dayanak noktası ‘halifenin Kureyşli olmaması’ suçlamasıydı.

Halifenin Kureyşli olması gerekliliği iddiasını savunanların başında da İbn-i Haldun geliyordu. Haldun, her ne kadar nesebin gözetilmesindeki mantığı tam olarak açıklayamıyorsa da bu konudaki maslahatı tartışmaya kapatıyordu.

Ona göre peygambere ülfet, nizam için olmazsa olmazdı:

Bütün şer’î hükümler için mutlaka bir takım maksatlar ve hikmetler vardır. Dinî hükümler bunları ihtiva eder ve bunlar için teşri edilir. Biz Kureyş nesebinden olma hususunun şart kılınmasındaki hikmeti ve Şâri’in bundaki maksadını araştırdığımız zaman, umumiyetle zannedildiği gibi bu hususta Nebi (s.a.)’nin vuslatı (ve nesep bağı) ile teberrük etme hali ile iktifa edilmediğini göreceğiz. (Sırf Hz. Peygamber’le ilgili güzel bir hatıradır, diye onun kabilesinden olma şart kılınmış değildir).

Her ne kadar söz konusu vuslat (ve Nebi’nin soyundan olma hali) mevcut ve onunla teberrük hasıl olmuş ise de, bilindiği gibi teberrük şer’î maksatlardan değildir. Şu halde nesebin şart kılınması suretiyle mutlaka bir maslahat gözetilmiş olacak.

Bu şartın teşri kılınmasından maksat o maslahattır. Yaptığımız inceleme ve araştırma sonunda, (nesep konusunda) sadece asabiyete itibar edildiğini görürüz. Himaye ve mutalebeye, savunma ve taarruza esas teşkil eden, var olması halinde mansıp sahibine karşı yönelen tefrika ve ihtilafların ortadan kalkmasına vesile olan, söz konusu asabiyettir.

İmdi İslâm cemaati, bu mansıp sahibi ve onun ailesi (asabesi) ile sükûn bulur, ülfet bağı bu sayede nizama girer.


Osmanlılar uzun yıllar hilafet makamını kullanmamayı tercih etmişti; çünkü Osmanlı’nın toplum unsurları ve imparatorluk dinamikleri bunu zorunlu kılıyordu.

İmparatorluğun dağılmaya başlamasıyla beraber halifelik artık bir can simidine dönüştü. Bu makam ilk defa; Osmanlı tarihindeki utanç vesikalarından birisi olarak kabul edilen 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile kendisine yer buldu.

Osmanlı bu antlaşmayla bir İslam toprağını ilk kez kaybetmiş; fakat buradaki Müslüman halkını korumak için Anlaşmanın 3'ncü maddesine halifenin koruması altında olduklarını koydurtmuştu:

...ve lâkin mezhepleri ehl-i İslâm’dan olup zât-ı madeletsimat-ı şehriyaranem İmâmü’l-mü’minîn ve halifetü’l-muvahhidîn olduğuna binaen taife-i merkuma ahdolunan serbestiyeti devlet ve memleketlerine halel getirmiyerek umûru diniyye mezhebiyelerine taraf-ı hümâyunum hakkın şerîat-ı İslâmiyye muktezasınca tanzim ederler…

(Ramazan Yıldırım - 20. Yüzyıl İslam Dünyasında Hilafet Tartışmaları)


Hilafet bugünkü anlamıyla siyasi gücünü Sultan Abdülhamid döneminde bulmuştu. Sultan Abdülhamid tahta çıkar çıkmaz Balkanlardaki toprakların yabancı devletlerce adeta yağmalanmasına şahit olmuş, bu durum onu ciddi tedbirler almaya yöneltmişti.

Balkan akıbetinin Doğu Anadolu’da Ruslar, daha güneyde de İngilizler eliyle hayata geçirilmesi içten bile değildi. Hemen harekete geçen Sultan Abdülhamid, Kürtler ve Arapların imparatorluğu olan bağlılığını güçlendirmeye koyuldu.

Bu stratejiyi hayata geçirebilecek en büyük güç halifelik makamıydı.

Arapların büyük çoğunluğu Kürtlerin ise tamamı hilafet makamına sorgusuz bir şekilde biat etti. Özellikle Kürtler, Doğu Anadolu’da Rus işgaline bir zemin hazırlayacak herhangi bir Ermeni isyanına nefes aldırtmadı. 
 

sultan abdülhamid.jpg
Sultan II. Abdülhamid / Fotoğraf: Wikipedia


Halifelik makamının kaldırılması

Sultan Abdülhamid'in tahttan çekilmesi ile halifelik makamı İbn-i Haldun’un işaret ettiği liyakat şartının gereği olarak kısa sürede gücünü kaybetti.

Birinci Dünya Savaşı sırasında özellikle Enver Paşa’nın gayretleri bu makamın eski gücüne ulaşması için yeterli olmadı.

Özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul’u işgal eden İngilizlerin bu makamı Ankara Hükümeti’nin aleyhine kullanması ve sonrasında Lozan görüşmelerinde yaşanan tıkanma halifelik makamını tartışmaya açtı. 

Halifelik makamının kaldırılması fikri Mustafa Kemal Atatürk’ün silah arkadaşlarıyla ayrılığa hatta düşmanlığa kadar giden en önemli konulardan birisiydi.

Mustafa Kemal’in önce saltanat makamına olan bağlılığını bildiği Rauf Paşa’ya bu tavrını terk ederek kendisine biat etmesini istedi.
 

rauf orbay.jpg
Mustafa Kemal Atatürk ile Rauf Paşa (Orbay)


Rauf Paşa’nın ise suskun tavrı üzeri çizilen ilk Milli Mücadele kahramanlarından birisi olmasına neden oldu. Atatürk, Rauf Paşa’nın saltanat makamına bağlılığını şöyle eleştirecekti; 

Bu bir nokta dimağlarda (kafalarda) düğümlenip kalabilir. Bana padişaha, muhafaza-i sadakati borç bildiğinden, makam-ı saltanatın yerine başka mahiyette bir mevcudiyetin ikamesine çalışmanın felaket ve hüsranı mucip olacağından bahsetmiş olan Rauf Bey; benim yeni kararıma muttali olduktan ve bahusus kararımın lehinde ve saltanatın lağvı hakkında beyanatta bulunmasına dair teklifim karşısında mütelea dahi serdetmeksizin (hiçbir şey söylemeksizin) mutavaat göstermiştir. Bu tavr u hareket nasıl tefsir olunabilir? Sükut ederek odadan çıkması nasıl yorumlanabilir?

(Mustafa Kemal Atatürk - Nutuk)


Saltanatın kaldırılması beklenen bir durumdu. Rauf Paşa babasının görevi gereği padişaha kişisel bir bağlılık duyuyordu.

Kazım Karabekir ve Fevzi Paşa gibi İslami hassasiyeti bilinen paşalar dahi saltanatın kaldırılmasına karşı çıkmıyor; ama hilafetin kırmızıçizgileri olduğunu bildiriyorlardı.

Fevzi Paşa meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmada bu durumu açıkça beyan ediyordu:

...Efendiler; Makamı Hilafet tahtı esarettedir. Ve esarette olduğu için onu ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi muhafaza edebilir. Bütün alemi İslam'ın noktai nazarı da hep Büyük Millet Meclisine gelen telgraflarla müeyyettir (teyit edilmiştir, doğrulanmıştır).

Yoksa o hak şahsiyette değil, Meclisin maneviyetindedir. Bugün millet artık Osmanlı Saltanatını tarihe karışmış farz ediyor, millet artık Osmanlı Saltanatını tanımıyor, doğrudan doğruya milletin Saltanatını tanıyor.

Ve Kanunu Esaside olan maddelere, on senelik Meşrutiyetin ilk devresinden beri tarihi inkılabımıza bakarsak devir devir, zaman zaman daima milletin aleyhine mukarrerat (kararlar) çıkmıştır.

Milletin yalnız bir refah devresi varsa o da Büyük Millet Meclisinin küşadından sonra açılmıştır. Artık bundan sonra millet saltanat sevdasında olanların arkasından koşmayacaktır.

(TBMM Tutanakları)


Hilafetin kaldırılması tartışmaları ilk defa Atatürk’e yakınlığı ile bilinen gazetecilerin yazılarıyla başladı. Yunus Nadi ve Falih Rıfkı gibi isimler kamuoyunu saltanatın ilgasında olduğu gibi hilafet makamının kaldırılmasını da artık bir gereklilik olarak görüyordu.

Bu yazılardan kısa bir süre sonra Atatürk de basına verdiği bir beyanatta bu makamın hiçbir resmiyetinin olmadığını vurguladı:

Türkiye Devleti başka bir makam tanımaz ve hadd-ı zatında başka bir makam yoktur. Yani makam-ı Hilafetin vaziyet ve mahiyet-i resmiyesi yoktur.


Atatürk bir kez hilafet meselesini kamuoyunun gündemine açmıştı. Şimdi en şedit şekilde hücum edecekti:

Şer'an, dinen hilafet denilen şey yoktur. 


Atatürk tartışmalara doğrudan girmedi. Konuyu bir ilahiyatçı gibi itikadi boyutuyla tartışmaya açtı. İslami temellerinin zayıf olduğunu iddia ettiği halifelik makamının peygamberden sonra oluşturulmuş bir makam olduğunu belirtti.

Hilafetin kaldırılması için gerekli zemin hazırlandıktan sonra Atatürk, bu makamın mutlaka kaldırılacağını açık bir şekilde beyan etmeye başladı:

Bu devletin halife ile alakası ve münasebeti yoktur. Hakikati ifade etmek lazım gelirse, yapmak istediğimiz inkılabı parçalamak icab etmiştir. İkiye ayırdıktan sonra evvela birincisini, sonra ikincisini...


Mustafa Kemal Atatürk "Yurt Gezisi" sırasında gazetecilerin hilafet makamı ile ilgili sordukları soruya ise verdiği sert tepkiyle tavrını artık açıkça ortaya koymuş oldu:

Hilafet milletimize bir baş belasıdır. Osmanlı padişahlığı, hilafeti almadan evvel Osmanlı devrinin en parlak safhasını yapmıştır. Fakat bu hilafet mevki'ini aldıktan birkaç sene sonra sükûta başlamıştır. Menfaat göstermemiştir.
 

kazım karabekir.jpg
Mustafa Kemal Atatürk ile Kazım Karabekir 


Hilafetin kaldırılması tartışmalarına en sert tepki ise Atatürk’ün yakın silah arkadaşı Kazım Karabekir Paşa’dan geldi. Karabekir Paşa bu düşünceyi acelecilik olarak eleştirmişti:

Saltanat lağvedilmiş, hâkimiyet kayıtsız şartsız ve fiilen millete intikal etmişti. Bugünkü vaziyette hilafet de, milletin elinde, milletin idaresi altında işleyen bir kuvvet olarak, herhalde müşkül zamanlarımızda milyonlarca İslam’ın müzaheretini temin suretiyle memlekete faydalı olabilir.

Bu noktayı düşünerek, acele etmeyelim. Faydasızlığını, zarar verdiğini gördüğümüz anda kaldırıp atmak, her zaman elimizdedir.


Hilafetin kaldırılması tartışmaları meclise de taşınmış, mebuslar birbirinden ilginç sözler sarf etmişti. Örneğin Mebus Mazhar Müfit Bey, Sultan Abdülhamid’in halifeliği ilgili şu sözleri sarf edecekti:

Tarihten bahsediyorum. Fakat sağ olduğum zamanda bahsedeceğim. Pekala, biliyorum ki İstanbul'da kolera vardı, Sabah gazetesinde sayei sıhhatvayei zıllullahide (Allah'ın gölgesinde) hastalık mündefi olmuştur diye halife ve padişah ve sultan dediğimiz Abdülhamid hakkında yazılar vardı.

Sayei zilüllahi bu mudur ve dine hizmetleri bu mudur? Fıkıh kitaplarında imamı Kureyş olacaktır tabiri vardır diye akaid kitaplarını Çemberlitaş hamamının külhanında yaktırmak mıdır dine hizmetleri beyefendiler?

Alt tarafı artık malumu zarafetiniz... Şu halde dine ve memlekete hizmetleri olmayan hatta beyefendiler, kendi evladına rahim ve şefkati olmayan bunlara para vereceğiz öyle mi efendiler?


Hilafet taraftarlarının içerisinde Yeşil Şerit İstiklal Madalyası sahibi yani Milli Mücadele Karamanı İsmail Şükrü Bey en aktif mebustu.

Konuyla alakalı etraflı bir kitap yazmış ve mecliste tek başına büyük bir muhalefet dalgası meydana getirmişti.

Atatürk, Birinci Meclis'i seçimle büyük oranda dağıtarak hilafetin kaldırılmasına karşı çıkabilecek mebusları Meclis dışında bırakınca artık hilafetin kaldırılmasının önünde ciddi bir engel kalmadı. 

Hilafet 03 Mart 1924 tarihinde Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi’nin verdiği yasa teklifiyle kaldırıldı ve Osmanoğulları hemen arkasından sürgüne gönderildi.

Kendisi de bir din adamı olan Saffet Efendi’nin teklifi şu şekildeydi:

Riyaseti Celileye 

Türkiye Cumhuriyeti dahilinde makamı hilafetin vücudu Türkiye'yi dahili, harici siyasetinde iki başlı olmaktan kurtaramadı. İstiklalinde ve hayatı milliyesinde müşareket (ortaklaşa) kabul etmeyen Türkiye'nin zahiren ve zımnen (açık ya da gizli) bile olsa ikiliğe tahammülü yoktur.

Asırlardan beri Türk Milletinin sebebi felaketi ve ilanihaye (sonsuza kadar) fiilen ve ahden (sözle) bir Türk İmparatorluğu'nun vasıta inkırazı (çöküş vasıtası) olan Hanedanın hilafet kisvesi altında Türkiye'nin mevcudiyetine daha müessir bir tehlike olacağı tecarübü mütehammilane ile (katlanılan tecrübelerle) katiyen sabit olmuştur.

Bu hanedanın Türk milletiyle münasebattar olan her vaziyet ve kuvveti mevcudiyeti milliyemiz için mahzı (tam) tehlikedir. Esasen hilafet, imarat evaili (evvelki) islamda Hükümet mana ve vazifesinde ihdas edilmiş (yerine getirilmiş) olduğundan dünyevi ve uhrevi bilcümle vazaifi müteveçciheyi (bir yola yönelen vazifeleri) ifa ile mükellef olan zamanı hazır Hükümatı İslamiyesinin yanında ayrıca bir hilafetin sebebi mevcudiyeti yoktur. Hakikat bundan ibarettir.

Türk milleti selameti muhafaza etmek için hakikate ittibadan başka bir hattı hareket ihtiyar edemez. Teraküm edegelen (yığılan) teşevvüşatın (karışıklıklar) vazıh ve kati bir surette halli için mevaddı atiyenin bugün derakap ve müstacelen (hemen ardından ve acele) müzakeresi ile kanuniyet kesbetmesini (kazanmasını) teklif ederiz.

(Türkiye Büyük Millet Meclisi Tutanakları) 


Albayrak Medya grubuna bağlı Gerçek Hayat dergisinin gündeme getirdiği hilafet meselesinin geçmişi bu şekildeydi.

Yavuz Sultan Selim’ın Osmanlı’ya getirdiği hilafet makamı 1924 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaldırıldı.

Bu karar dünyada çeşitli tepkilere neden oldu. Osmanlı hilafetini tanımayan Mısır ve İran gibi ülkeler kararı memnuniyetle karşılarken Afganistan gibi ülkeler bu durumdan büyük üzüntü duyduklarını belirtti.
 

Ağa Han Mektubu.jpg
Ağa Han ve Amir Ali​​​​​​​'nin hilafetin kaldırılması üzerine İsmet Paşa'ya hitaben gönderdiği mektubu


Hatta Ağa Han ve Amir Ali’nin İsmet Paşa’ya hitaben Ankara’ya yazdığı mektupta üzüntüsünü şu sözlerle ifade edecekti:

Ekselans Gazi İsmet Paşa 

Türkiye Başbakanı Ekselansları, Türkiye'nin daimi dostu sıfatıyla ve  Dünya hür milletler topluluğunun bağımsız bir üyesi olarak sahip olduğu özlemlerine tam bir sempati içinde,  müsaadelerinizle, Büyük Millet Meclisinin dikkatini, Halife-İmamın halihazırdaki pozisyonunun belirsizliğinin, geniş Sünni Müslüman camia içinde yol açtığı rahatsız edici neticelere çekmek istiyoruz.  

Büyük bir ahlaki ve birleştirici kudret olarak İslam'ın, Halife'nin itibar ve statüsünün azalmasına bağlı olarak, Sünni nüfusun geniş kesimleri arasında ağırlık ve nüfuzunu kaybetmekte olduğunu büyük bir esefle fark etmekteyiz. Bilinen sebeplerden dolayı, buna yol açan müşahhas gelişmeleri tadad etmek istemiyoruz ancak bunların doğruluğu şüphe götürmemektedir.

Sünni toplumda, manevi riyasetin büyük bir cemaat olarak Müslümanları birbirlerine bağlayan bir rabıta oluşturduğunu ifade etmeyi zaid addediyoruz. Halifelik dış saldırıların tehdidi altında iken, bütün dünyadaki Müslümanların hissiyatı şiddetle galeyana gelmiş ve Hindistan Müslümanları,  Türk Milletine, kendi bağımsızlıkları için savaşırken aynı zamanda, Müslümanların dayanışmasını sembolize eden Hilafet kurumunun olduğu gibi muhafazası için de savaşmakta oldukları inancı ile sempati ve desteğini esirgememiştir.

Bütün bu kritik zamanlar boyunca Türk Davası için bütün samimiyetimizle dua ettik. Ve bir Britanya-Müslüman teşkilatı, Trablusgarp ve Bingazi'deki Türk-İtalyan savaşından beri, enerjisini, Türk halkı arasındaki dillendirilmeyen ızdırap ve acıların hafifletilmesini sağlama çabalarına vakfetti. Bu yüzden, bütün Müslümanların ortak kaygılarını yansıtan bir meseleye dair müşahade ve tekliflerimizin, Ekselanslarının hükümeti nezdinde azami hassasiyetle karşılık bulacağına inanıyoruz.

Mülahazalarımızdan dolayı, bir an için bile olsa, Milletin Temsilcilerinin (TBMM) yetkilerinin herhangi bir şekilde takyidini önerdiğimiz düşünülmemelidir.  Hürmetle arzu ve teşci ettiğimiz husus, Sünni dünyanın dini riyasetinin Şeriata uygun olarak aynen muhafazasıdır. Kanaatimizce,  Halifenin itibarindan herhangi bir tenkis ya da hilafetin dini bir unsur olarak Türk siyasi taazzuvu içinden tasfiye edilmesi, İslam'ın parçalanması ve  ahlaki bir kuvvet olarak ortadan kalkması anlamına gelecektir.  Böyle bir gelişmenin, ne Büyük Millet Meclisi ne de Ekselansları Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafınca sükûnetle karşılanacak bir gelişme olmadığına şüphemiz yoktur. Kanaatimizce, Halife-İmam Sünni toplumun birliğini temsil eder.

Halifenin Türk halkının bir üyesi olması ve Türk Milletinin kurucularının soyundan gelmesi, Türkiye'ye İslam milletleri arasında öncü bir konum vermektedir. On dört asırdan beri Ehl-i Sünnetin temel bir ilkesi olan ve üzerinde icma-ı ümmet bulunduğuna inandığımız husus şudur ki;  Halife, Peygamberin halefi olarak Sünni toplumun lideridir. Müminler topluluğu ile onun arasında Ehl-i Sünneti meydana getiren bir bağ bulunmaktadır.

İslam dünyasında huzursuzluğa yol açmadan bu mistik/manevi unsurun Müslüman zihninden sökülüp atılması mümkün değildir. Kralların ve reislerin, dünyevi otoritenin tabii gerekleri olan  yönetme hakkını elde etmek ve namazda imamlık yapabilmek için, dünyevi kudretini kaybettiğinde bile, Halife-İmamın onayını aldıklarını Ekselanslarına hatırlatmaya gerek görmüyoruz.

Eğer İslam büyük bir ahlaki kuvvet olarak dünyadaki mevkiini devam ettirecekse, Halife'nin konumu ve asaleti, hiçbir şekilde, Roma Kilisesinin Papa'sından daha az olmamalıdır. Bu sebeplerden dolayı, her biri kendi başına çok önemli diğer sebepler bir tarafa, Türkiye'nin gerçek dostları olarak biz, Büyük Millet Meclisi ve onun ileri görüşlü liderlerini, İslam'ın dini ve ahlaki ittihadını/dayanışmasını idame ettirme konusundaki acil zarureti, Hilafet-İmameti Müslüman milletlerin itimad ve hürmetini celb edecek bir  konuma yerleştirmek suretiyle Türk Devletine benzersiz bir kuvvet ve itibar kazandırmaya, hürmetle, davet ediyoruz. Biz Ekselanslarının İtaatkar hizmetçileri

Ağa Han (imza)
Amir Ali (imza)

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU