Tarihten Cumhuriyet Türkiye’sine Ayasofya serüveni (1)

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Ayasofya yine güncelleşti. Bir kısım İslamcı/Türkçü camia içinde hep günceldi denebilir, ancak bu kez biraz farklı gibi…

Öncelikle Ayasofya serüvenini tarihsel süreç içinde ele almalı;

Ayasofya’nın inşasını Bizans İmparatoru I. Konstantin başlatacaktı. Oğlu II. Konstantin tarafından inşa tamamlanacak, M.S. 360 tarihinde Ayasofya ibadete açılacaktı.

404 yılında tahrip edilecek, ancak ikinci kez inşa edilerek 405 tarihinde ibadete açılacaktı.

I.Junstinyen tarafından, 532-537 yılları arasında üçüncü kez Ayasofya bulunduğu İstanbul’un tarihî yarımadasında bulunan eski şehir merkezine inşa edilecek ve bazilika planlı bir patrik katedraline dönüştürülecekti.


1204 ile 1261 yılları arasında Romalıların, İstanbul’u istilasıyla beraber bu kez Roma Katolik kilisesine bağlı bir katedral olacaktı.

1204 yılında Roma İmparatoru I. Baudoin’in, İmparatorluk tacını Ayasofya da giymesi, bu mabedin siyasetin anlamlar dünyası içindeki yerini gösterecekti.

İstanbul’u vuran doğal felaketlerden ve siyasi istilalardan, yağmalardan Ayasofya’da payını alacaktı.

Ayasofya Kilisesi, 1453 yılında İstanbul’un Osmanlı devleti tarafından fethinden sonra, fethin sembolü olarak Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye dönüştürülecekti.

Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu kararnamesiyle Bakanlar Kurulu'nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararname ile bu kez müzeye dönüştürülecekti.

Bizans döneminde Ayasofya, büyük bir “kutsal emanetler” zenginliğine sahipti. Bu emanetlerden biri de 15 metre yüksekliğindeki gümüş ikonostasisti.

Ayasofya, Konstantinopolis Patriği’nin patrik kilisesi ve Ortodoks Kilisesi’nin bin yıl boyunca merkezi olacaktı.

Ayasofya da 1054 yılında, Patrik I. Mihail Kirularios’un Papa IX. Leo tarafından aforoz edilecek, bu Doğu ve Batı kiliselerinin ayrılmasının başlangıcı olacaktı.

1453'te Ayasofya Kilisesi camiye dönüştürüldükten sonra, insan mozaikleri dahil, mozaiklere dokunulmayacak, ince bir sıvayla kaplanacak ve yüzyıllarca sıva altında kalan mozaikler böylece doğal ve yapay tahribattan kurtulacaktı.

Cami, 1934 yılında müzeye dönüştürülürken sıvaların bir kısmı çıkarılacak ve mozaikler gün ışığına çıkacaktı.

Döneminin en geniş kubbesi olan Ayasofya'nın merkezî kubbesi, Bizans döneminde birçok kez çökecek, Mimar Sinan'ın binaya istinat duvarlarını eklemesinden itibaren çökmeden günümüze kadar gelecekti.


İşgal… İstanbul ve Ayasofya…

Osmanlı devleti I. Dünya savaşından mağlup devlet olarak çıkacaktı.

Galip devletler, esasen Mondros Mütarekesi üzerinden Osmanlıların önüne (bir kısım galip devletlerinde itirazlarıyla uygulanamayan Sevr üzerinden de) teslim olmayı, silahsızlanmayı, topraklarını işgal etmeyi ve bölüşmeyi koyacaktı. 

13 Kasım 1918 tarihinde gerçekleşen İstanbul’un işgali, 16 Mart 1920'de resmileşecekti. İstanbul 5 yıl süresince işgal altında kalacak, işgalciler bütün devlet kurumlarına ve zenginliklerine el koyacaktı

10 Ağustos 1920 yılında imzalanan Sevr Antlaşması çerçevesinde, İstanbul’u ‘Boğazlar Komisyonu’ yönetecekti. Komisyon Fransa, İtalya, Japonya, Romanya ve Yunanistan temsilcilerinin katılımıyla kurulmuştu. Komisyon hukuki ve yasal düzenlemeler yapma hakkına sahipti. Komisyonun ‘özel polisi, bayrağı ve bütçesi olacaktı.’

Ayasofya’yı ilgilendiren boyutuyla Yunan mahkemeleri ‘Boğazlar’ bölgesinde kendi kontrollerine bırakılan topraklardan yetkiliydi.

İşgal kuvvetleri İstanbul’a ayrı bir önem veriyordu. Hukuki ve yasal düzenlemeler, ‘İstanbul’un Türkiye’den ayrı bir devlet olacak’ şekilde konumlandırma planına işaret ediyordu.

Yunanistan ve Patrikhane komisyon üzerinden, Ayasofya’yı camiden kiliseye çevirmek istiyordu. Başta İngiltere olmak üzere galip devletler de bu görüşteydi.

Türkler Avrupa’dan atılmalıdır. Amerikalı Senatör Logde’ın dediği gibi İstanbul Türklerden tamamen alınmalı; bir veba tohumu Avrupa’dan silinmelidir.

(Lord Curzon,1919 -1924 İngiltere Başbakanı, 1922-1923 Lozan görüşmelerinde İngiltere Heyeti Başkanı)

 

İstanbul, özellikle Doğu dünyasının kozmopolit ve uluslararası bir şehridir. Ayasofya’da ki 900 yıl önce bir Hıristiyan kilisesi idi, elbet eski durumuna getirilecektir.

(Lord Curzon …)1919 -1924

 

Türkler yüzlerce yıl Avrupa’da kaldılar ve Avrupa’daki bütün belaların başı oldular. İstanbul Türk değildir, Yunandır. Türkler oradan atılmalıdır.

(Lloyd George, 1916 1922 İngiltere Başbakanı)

 


İstanbul Yunanistan’a bağlanmalıdır. İstanbul’dan Türk hükümeti ve Sultan atılmalıdır.

(Patrik L. Doretheuz’un Lloyd George ’ye yazdığı mektuptan)

 

‘Kılıcın hakkı’ mı?, ‘Hakkın kılıcı’ mı?

İşte ‘Türklerin İstanbul’dan atılması’ ve ‘Ayasofya’nın aslına dönmesi ya da kilise olması’ gibi planlar bilindiği gibi Lozan Antlaşması sonucu uygulanamayacaktı.

Kurtuluş savaşının bir sonucu olarak Sevr Antlaşması'nın karşılığı olmayacak; İstanbul, Boğazlar ve Ayasofya yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne kalacaktı.

İstanbul’u fetheden Fatih, Ayasofya’nın statüsünü belirleme hakkını kendine tanımıştı.

Ama…

İslami bir perspektiften mi bakıyordu?

Fetih perspektifinden mi bakıyordu?

‘Kılıcın hakkı’ deniyor…

‘Kılıcın hakkı’ özellikle Allah’ın kabul edildiği ve adının iyi anıldığı mabet benzeri vakalarda İslami bir perspektif mi?

Geçelim… Bunun cevabı devamı ikinci makalede verilecek.

Fatih Sultan Mehmet’ten 465 yıl sonra Başta İngiliz devleti olmak üzere, galip devletler 1918'de İstanbul'u işgal edecekti.

İşgalciler Osmanlı topraklarını paylaşacaktı.

'Büyük fikir'leri (megalo idea) ve hak arayışları da vardı!

Yunanistan işgale katılacak, İngiltere üzerinden İstanbul ve Ayasofya işgalinde de rol alacak, böylece Ayasofya'yı kiliseye dönüştürme süreci başlayacaktı.

Kurtuluş Savaşı başlayıp başarıyla sonuçlanmasaydı, herhalde İstanbul planlandığı gibi ‘ayrı devlet’ olacaktı, dolayısıyla Ayasofya meselesi tarihe edilmiş havale olacaktı.

Hiç kuşkusuz işgalci devletler, siyaseten ve diplomatik olarak adına ne derlerse desinler ‘kılıç hakkı’ perspektifiyle sonuç almış olacaktı.

‘Kılıç hakkı’ ile kazanılan, ‘kılıç’ hakkı ile kaybedecekti.

Yani güçlü olan her kimse onun hükmü kabul görecekti.

Ya haklılık ya hakkın adaleti?


Yeni Türkiye Cumhuriyeti ve Ayasofya

Evet, Fatih Sultan Mehmet savaşla Ayasofya’yı kazanma ve statüsünü belirleme hakkını kılıçla elde etmişti.

Ancak Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'nın kaybedenlerindendi. 

Kurtuluş savaşı verilmeseydi, şüphesiz Türkler Anadolu'nun iç bölgeleriyle sınırlama ile karşı karşıya gelecekti.

İstanbul’u ve Ayasofya’yı kurtarma rüyasını geçelim, Türklerin zaman içinde İç Anadolu’dan geldikleri diyarlara sürülmesinin tarihini herhalde okuyor olacaktık.

Ancak Kürtlerin ve Türklerin ortak savaşıyla, Büyük Millet Meclisi’nin ve M. Kemal'in önderliğinde yeni Türkiye, İstanbul ve Ayasofya kazanılacak,  

Ayasofya’nın statüsünü belirleme hakkı, yaşayan son Osmanlı padişahından ve hilafetten, Büyük Millet Meclisine, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne geçecekti.

Ama 23 Ekim 1923 tarihinde kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti, Fatih Sultan Mehmet’in belirlediği Ayasofya statüsüne dokunmayacaktı.

Ayasofya Cami olarak kalacaktı.

Ta ki 24 Kasım 1934 tarihine kadar...   


Kalın; “Asıl soru Ayasofya’nın neden 1934’de müzeye çevrilmiş olması?”

1934'te toplanan Bakanlar Kurulu’nun çıkaracağı bir kararname ile Ayasofya’yı müze olarak hizmete açılacaktı.

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın soruyor; Asıl soru Ayasofya'nın neden 1934'te müzeye çevrilmiş olması?..

Evet, sayın Kalın yerinde bir soru soruyor...

Bunun Batıdaki yeni gelişmeler, yeni iktidar değişiklikleri ile yakından ilgisi olduğu kanaatindeyim.

Türkiye Lozan Anlaşması'yla birlikte safını açık belirleyecekti.

Sovyet Rusya ile dostane ilişkilerini korumakla birlikte, safı modern batı dünyası, kalkınma modeli “ulusal kapitalizm” olacaktı.  

Ancak Batı da ifade ettiğimiz gibi yeni gelişmeler vardı.

Türkiye 1926 yılından itibaren Balkan devletleri ile yakın ilişkiler içinde olmaya çalışıyordu.

Esasen de Balkan devletleri arasında bir Güvenlik Sistemi kurma düşüncesiyle hareket ediyordu.

Bu yönde bütün Balkan devletleriyle Yunanistan, Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan ve Arnavutluk ile tarihten kalan sorunları çözmeye, siyasi ve kültürel ilişkileri geliştirmeye çalışıyordu.

Bu ülkelerde ‘Osmanlıcı’ intikam ve müdahale kaygısının canlı olması anlaşılırdı.  

Ancak Türkiye bu kaygının bir karşılığı olmadığını, iç işlerine karışmama ve barış içinde yaşama ve   güven verici ilişkilerle göstermeye çalışıyordu.  

1930’lu yılda, ama özellikle 1933-34’lü yıllarda Türkiye’nin bu yönlü çabaları daha bir yoğunlaşacaktı.

Bu sonuçta verecek; 1934 yılında Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Paktı kurulacak ve bu ülkeler arasında güvenlik hükümlerini içeren Pakt taraflarca imzalanacaktı

Balkan Paktının amacı, Balkan ülkelerinin sınırlarını tehdit eden güçlere karşı birlik içinde olmaktı.

Pakt üyesi devletler, ortaklaşa savunmada anlaşacak, sınırlarını karşılıklı olarak güvence altına almayı kabul edecekti.

Arnavutluk ve Bulgaristan (anlatılması uzun sürecek nedenlerle) Paktta yer almayacaktı.  

Pakt pek güçlü olmasa da, barışın bir sembolü olarak II. Dünya savaşına kadar kalacaktı.

Balkan Paktı fikri ve kuruculuğu M. Kemal Atatürk’e aitti.

Bilindiği üzere Atatürk Selanikli idi ve Balkan Türklerinin lideriydi de bir yerde.

Hiç şüphesiz Atatürk fikri ve ruhi olarak otoriteryen bir batılıydı.

Muasır medeniyet seviyesini batıda araması, Balkan halkları ile dostane ilişkiler arayışı içinde olması bu bütünlük içinde anlam kazanıyordu.

Ancak Ayasofya’yı müzeleştirmesini sadece bu etkenlerle açıklamak eksik ve yanılgılı olurdu.


'Barış' siyaseti mi? 'İhanet' siyaseti mi?

M. Kemal Atatürk 1930’lu yıllarda, Batıda ki faşizm ve savaş eğiliminden tedirgindi.

Mussolini’nin Türkiye ile ilgili emellerini ciddi olarak tehlikeli buluyordu.

Mussolini gün gelecek bu emellerini, Mart 1934’de kamuoyuna da deklare edecekti;

İtalya’nın geleceği Afrika’da ve Asya’dadır.


M. Kemal'in Balkan Paktı girişimi, Faşizme karşı bölgesel bir barikat, Avrupa’dan esme belirtisi veren savaş rüzgarlarına karşı bir ön tedbir olacaktı.

Hristiyan batıdan doğru faşizm ve savaş tehlikesi gören bir Atatürk’ün Ayasofya'yı müze olarak hizmete açma üzerinden, komşularına, Avrupaya ve dünyaya barış ve uzlaşma mesajı vermesi anlaşılır bir şeydi.

Ayasofya buydu! 1934’de siyasal anlamlar yüklü dünyası üzerinden barış ve uzlaşma mesajını taşımıştı…

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘tarihe ihanet’ dese de…

24 Temmuz 2020 tarihinde ilk cuma namazında, Diyanet İşleri Başkanı fetihçi halet-i ruhiye ile kuşandığı kılıçla kelam eylese de…



(Devam edecek)


 

Kaynak kitaplar; İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Erol Ulu bey/ Sevr Dosyası, Cahit Kayra/ Atatürk döneminde Türkiye'nin Balkan politikası, Doç. Dr. Ahmet Eyicil, vd.


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU