Devlet ve darbe

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pinterest

Suç örgütü ve devlet

“Foucault ve Derrida, Aklın Öteki Yüzü” adlı incelemede, kitabın yazarı Roy Boyne, Foucault'nun hapishanenin ve cezalandırmanın tarihine dair analizlerinden söz ederken ve onun tezlerinden yola çıkarak, iktidarların sadece suçu ortadan kaldırma çabası içerisinde olmanın ötesinde, suçluluğun devam ettirilmesine dönük bir arzu içerisinde olduğunu da belirtmekte.

Cezalandırma yöntemleri ise sadece suçu ve suçluluğu ortadan kaldırma çabası olmakla kalmamakta, aynı zamanda bu süreci yöneten iktidarların meşruiyeti ve tahkimi için de birer araç haline gelmekte.

Dolayısıyla da iktidar tekniklerinin dönüşümüne paralel olarak suçluluk da yeniden tanımlanmakta, dönüş-türül-mekte ve hatta giderek doğrudan bu “iktidar teknolojileri” içerisinde işlevselleşmekte.

Foucault'ya göre cezalandırma sistemleri, günümüzde adi suçlar olarak bilinen suçların takibi ve bu tip suçluların cezalandırılmasından öte, toplumun düzenlenmesinde de başarılı bir taktik olarak uygulanmakta.1 

Bu tür bir varsayımın on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkmış olan süreçlerle, özellikle de suçun muhalif siyasal güçlerle ilişkilendirilmeye başlanmış olmasından ötürü belli bir ağırlığı vardır. Kapitalist düzenin doğuşu son derece acımasız yönetim biçimlerinin ortaya çıkmaya başlamasına da neden olmuştu.

Suç işlemek düzene yönelik bir protestoydu. Siyasetten arındırılması gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilmenin yollarından biri, alt sınıflarda suç ya da kabahat işlemeye yönelik bir eğilim bulmaktan geçiyordu. Hukuksal süreçler çoğu zaman bu toplumsal sınıfın temsilcilerinin başka bir sınıfın temsilcilerine söz geçirmelerinin yollarıydı.

Burjuvazi tarafından işlenen suçlara toplumsal düzene yönelik bir tehdit içermedikleri için genellikle hoşgörü gösterilmekteydi. Suçluluğun tanımlanması, alt sınıfların yasadışı eylemlerinin siyasal düzen için 'zararsız' hale getirilmesi konusunda başarılı oldu.

Ayrıca bu 'zararsız' suçluluğu yeniden üretmek için ortada daha önemli nedenler de vardı ve bu nedenler, sınırlı bir suçlu nüfusunun burjuvazinin fahişelik, silah ticareti, içki yasağının delinmesi ve uyuşturucu ticareti gibi marjinal etkinliklerden kâr elde ediyor olmasıyla ilgiliydi.

Üstelik gözetim altında tutulan bir suçlu nüfusu, aynı zamanda el altında bir muhbirler ağı, polise itaat etmek zorunda olmalarından ötürü toplumsal gözetleme görevine soyunmak zorunda bırakılan bir ispiyoncular ordusu da yaratmaktaydı.

Foucault'nun ifadesiyle, 'polisin gözetiminin nesnelerinden biri olan suçluluk, aynı zamanda bu gözetimin ayrıcalıklı aletlerinden biridir…' Polis gücünün ve suçun iktidar ile kurduğu suç ortaklığının gündelik melodramı kısa süre içinde başlayacaktı.


İktidar olmanın yeni biçimi (belki de iktidarın öteden beri değişmeyen doğası), doğrudan suçlulukla bağlantılı olması kadar, suçun tanımının ve mahiyetinin siyasallaştırılmasıyla da, giderek “adi suçları” suç olmaktan çıkarmakta ve hatta bazı ortaklaşalıklar da peyda edilmekte.

Fransa’daki sürece benzer bir biçimde kapitalizme geçiş sürecinin sıkıntılarını yaşayan ve bir türlü bu yöndeki krizlerini atlatamayan Türkiye’de de, zaman zaman bu yollara başvurulmakta.

Öyle ki günümüz Türkiye'sinde de darp, yaralama, gasp, dolandırıcılık, rüşvet, yolsuzluk gibi suçlar artık neredeyse cezalandırılmazken (ve hatta suç bile sayılmazken) ya da bu tür suçlular tutuksuz yargılanırken, siyasal olarak suçlanan kişiler, henüz ortada ciddi bir karine yokken bile, hem de oldukça uzun bir süre, tutuklu olarak yargılanmakta ve çoğu kez de beraat ettikleri halde uzun yıllar hapishanede tutularak, bu yolla cezalandırılmaktadırlar.  

Nitekim daha yenilerde çıkarılan afla, birçok “adi suçlu” serbest bırakılırken, siyasal suçlarla ilgili birçok tutuklu ise, haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı olmamasına rağmen yıllardır cezaevlerinde tutulmakta. 


Devlet aklı ve darbe

Michel Foucault’nun, devlet eleştirisini esas alan ve toplumdan, toplumun savunulmasından yana bir düşünür olduğu bilinir. Ama beri yandan devleti anlamak için, her biri ciddi araştırmaların mahsulü olan ciltlerce eser yazmıştır.

Devlet derken, modern devlettir -gerçi devlet olarak anılmaya değer olan sadece odur- üzerinde durduğu. Ama oraya da kolaylıkla gelinmemiştir.

Bir yanda bizim de içerisinde yer aldığımız İbranî/nebevî geleneğin “pastoral yönetimi”, öbür yandan Atina’nın mülkiyetçi şehir devleti, bu modeller arasındaki çatışmalar, pastoralliğin (çoban-krallık, nebevî önderlik) Hıristiyanlık yoluyla Avrupa’ya intikali ve burada süregiden çatışma/çakışma yüzyıllarından sonra, on altıncı on yedinci yüzyıllarda günümüzün modern ulus devletinin, yani “devlet”in teşekkülü.  

Daha önce de iktidarlar vardı elbette. Özellikle Atina modelinde, sadece şehre, şehrin mülkiyetine ve üretim araçlarına dikkat kesilmiş, onu öne alan iktidar ile, Afro-Avrasya kıstağının çobanlıktan kinaye ama temelde devingen bir toplumdan sorumlu olan ve onları refaha ve selamete kavuşturmaya çalışan çoban-kral ya da peygamberleri.

Her iki modelin ahlakları kadar idealleri de farklı ve uyuşumsuzdur. Öyle ki bu uyuşumsuzluk, Doğu ile Batı’yı keskin bir biçimde ayırır ve karşıtlaştırır.

Roma İmparatorluğu Batı’yı Doğu’ya taşırken, Hıristiyanlık da tersini yapmaya çalışır. Laiklik siyaseti biraz da bu maceranın ürünü. Modern devlet de.


Devletle toplum arasındaki dengenin belli bir rıza ilişkisi ve uzlaşma içerisinde tutulmaması, tam aksine devletin baskıcı yollarla kendisini topluma dayatması, isyan ve darbelerle sürdürülen egemenlik mücadelelerine de yol açar.

İktidarın hegemonyasını gerek bir rıza ilişkisi biçiminde topluma benimsetmesi, gerekse zorbaca yollara başvurması, temelde bir tür “iktidar teknolojisi”dir.

Bu teknolojilerin içerisine kimi kez darbeler de eklenir. Darbe kavramı Türkiye siyasal tarihine hiç de yabancı değil. Daha 1622 yılında Yeniçeriler, iktidarın yapısını değiştirmeye kalkışan Genç Osman’ı katlederek iktidar üzerindeki ilk operasyonlarını gerçekleştirecek ve bunu, 1826 yılında Yeniçeri Kışlası'nın topa tutularak yok edilmesine değin birçok kez tekrarlayacaklardır.

Yeniçeriler ortadan kaldırılsa da onların iktidar mantığı içerisine soktukları bu “teknoloji”, günümüze değin farklı usullerle sürdürülecektir.

Nitekim bunların sonuncusunu 2016 yılında, tam da darbelerden kurtulmaya başlandığına dair umutların dillendirildiği bir dönemde yaşandı.


Foucault’ya göre darbe, devlet aklından bir kopuş olmayıp, aslında bu aklın bir ürünüdür. Yasalara tâbi olmasa da, bir istisna olarak bu aklın çerçevesi içerisinde yer alır.

Neticede siyaset de, “savaşın başka araçlarla sürdürülen bir hali” değil midir?

Topluma karşı ehlileştirilmiş olan bir savaş yoluyla sürdürülen siyaset, aynı zamanda iktidarın egemenliğini sürdürebilmek için başvurduğu bir ehlileştirme yöntemidir de.

Tıpkı devlet aklı gibi darbe de, temelde devletin bekasını sağlamanın siyasal araçlarıdır. Darbe bu anlamda devletin korunma çabasından başka bir şey değildir.

Darbe her ne kadar cari hukukun dışına çıkmak olsa da, “‘devletin zaruretine bağlı olan yapay, özel, politik bir adalete’ tâbidir.”  3


Darbenin doğasında elbette şiddet de vardır.

Devlet aklı sıradan, alışılmış icrası içerisinde şiddet içermez, çünkü iradi bir şekilde kendisine çerçeve ve biçim olarak yasaları alır. Ancak zaruret gerekli kıldığında, devlet aklı darbe haline gelir ve o anda şiddetlidir. 4


Zira toplumun, daha doğrusu devletin selameti için bazı kurbanların verilmesi kaçınılmazdır. Hatta bunun için belli bir teatrellik (gösteri, mizansen) de ortaya konulabilir.

Hükümranlık zaten çeşitli vesilelerle (anıtsal mekânların ziyareti ve açılışlar, bayramlar ve kutlamalar, gösteriler ve matem törenleri, askeri ve polisiye operasyonlar…) kendi egemenliğini topluma duyurur ve benimsetir.

Bir açıdan bu, Benjamin’in ilahi şiddetinin karşısındaki mitik şiddettir. Dolayısıyla da ilahi şiddetin kurtarıcılığına karşı, kıyıcı ve yıkıcıdır.

Politik pratiğin bizzat kendisine bağlı bir trajiklik. Darbe de işte bir anlamda bu trajikliğin, bizzat gerçeğin kendisinden oluşan bir mekânda sahneye konuluşudur. Darbenin ve tarihin bu trajikliğini, sonu olmayan ama gerektiğinde teatrel ve şiddetli biçimde tezahür eden bir yönetimselliğin bu trajikliğini… 5

Tarihin birçok deneyiminde gözleriz. Bir kasırga gibi toplumun üzerinden geçen ama hiçbir şey yapmasa da geriye yeni ve topluma kendisini kabullendirmiş bir iklim bırakan bir kasırga.

Sözün kifayet etmediği bir koşulda beliren o yıkıcı ve gerekçelendirilmiş şiddet. Politik teknolojinin kristalleştiği bir devlet aklı yani. 


Ki Türkiye’nin Osmanlı’dan koparak “yeni” ve “modern” bir devlet olarak kuruluşu, 1908’den itibaren başlayan bu süreç, bu “modern devlet”le toplum arasındaki uyuşmazlıklar, toplumun türdeş ve belli bir Batılılaşma ideolojisine tâbileştirilme çabasına itirazlar ve isyanlar, neredeyse on yılda bir tekrarlanan darbelerle bastırılmış ve dizginlenmiştir.

Dolayısıyla bu süreçte darbelerin askerî güçler tarafından “sivil” siyasete karşı icra edildiğine dair halka benimsetilmeye çalışılan bir ezbere karşı, daha doğru olanı bunun çoğu kez iktidar cenahının da katıldığı, askerî ve sivil güçlerin işbirliği veya en azından bu güçlerin çoğunluğunun uzlaşısı içerisinde gerçekleştirildiğidir. 


Zira darbe sonuçta bir iktidar teknolojisidir ve yine çoğu kez iktidara karşı direnişleri dizginlemek ya da devletin yeniden örgütlenmesini “kamufle etmek” amacıyla gerçekleştirilir.

1908 yılından beri topluma bir darbe olarak takdim edilen ve on yıllık kriz periyotları boyunca tekrarlanan bu “gösteri”lerle, bir yandan devlet tahkim edilirken, öte yandan ise toplumun devlete tâbileştirilmesi sağlanmaya çalışılır.

Bu nedenle de darbeler, ortaya konulan gerekçeler her ne olursa olsun, daha çok modernlik kadar kapitalizme uyum süreçlerini tamamlayamamış ve itirazlarını sürdürmekte olan ülkelerde cereyan etmektedir. 

Dolayısıyla siyasetin temel sorunu, devletin ve devlete hâkim olan egemenlerin kendi egemenliklerini sınırsızlaştırma çabalarının nasıl durdurulacağı ve dengeleneceği meselesidir.

Bunu durduran ise, “tam da toplumun kendisinin ortaya çıkışıdır. Sivil toplum devletin zorlamasından ve boyunduruğundan kurtulduğu gün, devlet iktidarı nihayet bu sivil toplumun içinde eriyip gittiğinde, tarihin değilse bile politikanın ve devletin zamanının sonu gelecektir.” 6


Toplumlar ise çoğu kez üretilen yapay kargaşalar ile korkutularak, devlet tarafından sağlanan güvenliğe teslim olur; ama özgürlüklerinden ve özerkliklerinden vazgeçerler.

Dolayısıyla darbeler veya benzeri yollarla kendini ayakta tutmaya ve tahkim etmeye çalışan devletlerin başvurduğu zorbalıkların ve şiddetin sorumluluğu bütünüyle “devlet”e ait olmayıp, bu tür bir zorbalığı durdurmayı sağlayamayan ve iktidarı dengeleyebilecek “sivil” güçleri ve örgütlenmeleri oluşturamayan topluma da aittir. 

Avrupa’da, modern devletin tezahür ettiği on altıncı ve on yedinci asırlardan itibaren, pastoral geleneğin izleğinde olan devrimci, demokratik ve dinî hareketler, devletin egemenliğinin sınırsızlaştırılmasına karşı örgütlenmeye ve direnmeye çalışmıştır.

Düşünsel çabalarını iktidarı anlama ve ona karşı direnme bağlamında oluşturan Foucault da, toplumu savunmak adına, çeşitli biçimlerde tezahür eden bu direnişleri desteklemiştir. Nitekim İran’daki devrim hareketlerine verdiği destek de bununla ilgilidir. 
 


Kendisini bu destek nedeniyle eleştirenlere ise, devlet aklında kristalleşmiş olan bir zorbalığa başkaldıranları görmezlikten mi geleceği, böylesi bir “olay” karşısında suskun mu kalması gerektiği minvalinde bir “manifesto” ile cevap verir.

‘Çiğnenmeyecek yasalardan ve sınırsız haklardan’ söz etmeyi sağlayacak olan bu zorunlu direniştir. (Çünkü ‘bir insanın bir başkası üzerinde uyguladığı iktidar her zaman tehlikelidir’)…

Ayaklanan bir tekillik karşısında saygılı olmak, iktidar evrenseli çiğnediği andan itibaren de tavizsiz olmaktır…

‘Yönetimsellik’ sorunsalı ise, terörizmin reddi ile isyanın olumlanması arasındaki bu ‘ahlak’ üzerinden kendisini ortaya koyar. 7

Dolayısıyla zorbalaşmış bir devlet karşısında toplumu, yani kendisini savunmaya çalışan birinin durması gereken doğru stratejik çizgi de budur: terörizmin reddi ama isyanın olumlanması.

 

 

1. Foucault ve Derrida, Aklın Öteki Yüzü, BilgeSu Y. s. 170
2. Age, s. 170, 171
3. Michel Foucault, Güvenlik, Toprak Nüfus, İBÜY, s. 229
4. Age, s. 230
5. Age, s. 234

6. Age, s. 311
7. Age, s. 332

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU