Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” demişti… Ya “Diyarbakır 5 Nolu’dan sonra?..”

Celalettin Can Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Diyarbakır 5 No'lu Direnişçilerinin anısına…


12 Eylül Cuntası, Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde kurduğu zulüm mekanizmasıyla, 'başkaldıranların' iradesini kırmaktan ve biatı dayatmaktan ötesine geçti.

Vahşi bir toplumsal mühendislik projesi üzerinden Kürtlerin ulusal kimliklerini ve içlerindeki
insanı söküp atmayı hedefledi.

Böylece, insan denen canlı türünün, kendi hemcinslerine yapabileceği sınırsız kötücüllükler kapasitesinin bu coğrafyadaki diyebiliriz ki emsalsiz bir örneği oldu 5 No'lu Cezaevi.

İnsana karşı vahşete varan işkencenin olduğu her yerde olduğu gibi Diyarbakır 5 No'luda direnişte olacaktı.

...

Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi, insan onurunu savunanların iradelerinin nelere kadir olduğunun da ortaya çıktığı bir cezaevi olacaktı.

Bundan dolayıdır ki vahşete karşı ayakta kalmanın, can bedeli korunan insanlık onurunun ayak izleri günümüze kadar geldi.



Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi’nde yaşananların, bölgedeki olayların yoğunluğu altında, ‘dosya altı’ kalmanın unutuluşuna bırakılmaması gerekiyordu.

Cellatlar, katiller, mazlumlar ve 'başkaldıranlar’ tüm boyutlarıyla günümüze taşınmalıydı.

Resmi tarihin kör karanlığına gömülü olanlar aydınlığa çıkarılmalıydı.

Süren Kürt meselesini anlamanın temel bir yoluydu da bu!



Sofistike tarzın, söz sanatının ve türlü yönlendirmelerin dışında, öncelikle gerçeğin, yalnızca gerçeğin açığa çıkarılması önemliydi.

Yarına dönük umut kapısını sadece gerçek açabilirdi.

Elverişli araçlar ve yol yürüyüşüyle bu yönlü bir iklim yaratılması ve kamusal alana taşınması kademeydi.



Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi gerçeği ile yüzleşmenin temel ihtiyacını gerçek olduğunu bilen bir yerden, “eski” kavramlarımızı sorgulamamızda kaçınılmazdı.

Akedemia’dan alınan, bilimsel, psikolojik, hukuki, siyasi, estetik disiplinlere ait kavramlar, acının ve vahşetin bu düzeyini açıklamaya yeterli miydi?

Hayal gücüyle harmanlama esirgenmese de, bu kavramlar, kuşaktan kuşağa akarak bugüne gelen acı dolu bir miras olarak bu zulmü anlatmakta nasıl bir rol üstlenebilirdi?

Yaşananların vahameti, gerçeğe taraf olma dışında taraf olmamaya özen göstererek, dışarıdan bir bakış açısı kaygısıyla Diyarbakır 5 Nolu’da yaşananlar ne kadar anlamlandırılabilirdi?

Bilimsel ve akademik disiplinlerle, sanatın ve sanatçının pozisyonunu, politikadan ve politik aktörlerden ayırtan şey neydi ve böyle bir ayrım ne kadar gerekliydi?
 


Hakikat arayışının bu ve buna benzeri sorulara öyle başı sonu belli, dört başı mamur yanıtlarla ortaya çıkması mümkün olmadığı gibi bu doğru da değildi.

Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'ni tarihsel/toplumsal/siyasal konumu, o mekana özgü anlamlar dünyası, sanatsal üretime has estetik tartışmaların olduğu kadar, olgusallıkla sınırlı “bire bir” bilimsel kaygıların önüne geçiyordu çünkü.


Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi’ni ele alış tarzını faşizmin zulmüyle sınırlamak, o zulmün pratik yansımaları ekseninde rota belirlemek, meselenin siyasal, sosyal, kültürel katmanları arasında elverişli
ilişkiler kurulmasını engellerdi.

Şiddetin doğrudan ifadesi, o süreçte cunta tarafından politik mahkumlara yapılanları bilmeyen yeni kuşaklar ve Türkiye halkı için “öğretici” olacağı kadar, iktidar karşıtı bireysel/ örgütsel karşı duruşların imkansızlığına dair bilinçaltı korkuları geliştirebilirdi.

‘Bilinçaltı korkulardan’ kaçınırken, yaşanan vahşeti küçümsemek de hatalıydı.

Bu türden derin hassasiyetleri içeren meseleleri sanat aracılığıyla ele almanın ciddi zorlukları ve
handikapları vardı.

İyi niyetle de olsa, ölçünün kaçırıldığı yanlış bir adım, sarf edilen yoğunlaşmış emekleri heba edebilirdi.



Özgür, bağımsız, toplumsal sanat, kendi duyarlılığını oluşturmak zorunda.

Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde yaşanan vahşete varan işkenceyi neden ve sonuçlarıyla toplumsallaşması, güçlü bir etki alanının önünün açılması, amaçlanan duyarlılığın sağlıklı temeller üzerine inşa edilmesi gerekiyor.

Toplumsal belleğin onarılması, gerçek ve adalet için çıkılan vicdan yolculuğuna, dünün bugünle olan bağlantısını gelecek perspektifiyle yürümek hayati önemde.



Direniş, ölüm ve yaşamın son derece iç içe geçtiği bu acı ve irade yüklü karmaşık süreç tasvir edilebilir mi?

Derin insanlık adına bu denli ağır yaşanmış çıplak gerçeklik karşısında, en belagatli siyasi söylem dahil, sanat ve edebiyat naif kalmaz mı?

Bundan dolayıdır ki Adorno’nun Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” cümlesinin derin anlamını “Diyarbakır 5 No'lu anlatılmaz yaşanır” cümlesinin anlamını yaşayarak bilincine erenler anlayabilir ancak…



Diyarbakır 5 No'lu yürüyüşü sürüyor…

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU