Dağların ve nehirlerin dilinden anlayan alim dost: İhsan Süreyya Sırma (1)

M. Xalid Sadînî Independent Türkçe için yazdı

İstanbul'un Fatih Semti'ndeki Fevzi Paşa caddesine paralel bir alt sokaktan her gün sabah, mavi gözlü, ak saçlı, zayıf ama vücudu zinde, alnı açık, saçları arkaya taralı, tertemiz ve düzgün sportif giyimli, sırtında küçük sırt çantası, yüzünde muzip bir gülümseme ile bir insan evinden çıkar.

Postanenin önünden ana caddeye çıkarak sağa sapar, "Kitapların Efendisi" Ali Emirî'nin yüz yıl önce büyük zahmet ve meşakkatlerle oluşturduğu, çoğu elyazması olan, on binlerce kitabı havi, dünyanın en güzel ve zengin şahsi kitaplıklarından biri olan Millet Kütüphanesi'nin yanından geçerek; insanlara, arabalara, kuşlara, kedilere dikkatle bakarak yönü kuzeydoğuya dönük; aklında kitap taslakları, makale başlıkları, dünyanın bilmem hangi köşesinde vereceği konferansı, semineri, gazeteye yazacağı yazıyı ya da öğrencilerine vereceği dersleri düşünerek aheste aheste yürür.  

Şehzadebaşı'ndan geçerken Şehzadebaşı Camii'nin ihtişamından gözleri kamaşır, hemen arkasındaki Süleymaniye Camii'ni bin birinci defa görme özlemi duyar, lakin daha müsait bir zamanda, belki başkalarıyla diye düşünerek Beyazıt'a çıkar.

Eski ismi Darul-Fünûn olan yeni ismiyle İstanbul Üniversitesinin önündeki yıllanmış parke taşlarına basarken tanıdık güvercinlerin selamına kayıtsız kalamaz ve onları sevip okşamak için tutmaya çalışır.

Lakin yüz yılların eğitiminden geçmiş akıllı güvercinleri tutabilmek ne mümkün?

Kendi memleketinde anlatılagelen bir güvercin hikayesini hatırlar.

Hani ana güvercin, yeni yavrularına insanlardan nasıl sakınması gerektiğini anlatırken, "İnsanların eğildiklerini gördüğünüzde hemen uçun oradan" dermiş.

Akıllı bir yavrusu, "Peki anne, eğer insanoğlunun taşları cebindeyse ne yapalım?" deyince, anne güvercin gururlanarak yavrusuna iltifat eder: 

Annesinin altı akıllısı, sen her şeyi biliyorsun.

Bizim Hoca bunları içinden geçirip güvercinlerin nasıl da insanlarla bu kadar iç içe yaşadıklarını ve onların ele gelmeyeceklerini, akıllı olduklarını ve tehlikelerden uzak durduklarını düşünerek Beyazıt Camii'nin önündeki eski tespihçileri, antikacıları, korsan kitapçıların yanındayken Beyazıt Kütüphanesi’ne ne zamandır uğramadığını, Beyazıt Kütüphanesi'nin Hafız ul-Küttab'ı İsmail Saib Sencer ve onun kedileriyle ilgili ne zamandır bir şey okumadığını hayıfla yad ederken, mürekkep ve kitap kokusunu genzinde hisseder.

Artık Sahaflar Çarşısı'nda olduğunu anlar ve gördükleri karşısında derin bir hüzne kapılır.

Mahmut Kemal İnal Bey'in, Ali Emiri'nin, Kilisli Rıfat Bilge efendinin, Mehmet Akif'in, Muallim Naci'nin, Süheyl Ünver'in günlerce gelip gittiği, yeni bir el yazması kitabı zaten az olan derametlerinin çoğunu sadece görmek için bile feda edecekleri o eski kitapların; tarihi el yazmalarının, en güzel aşk ve sevda şiirlerini terennüm eden, bilmem hangi padişaha, vezire, şehzadeye veya prensese sunulmuş divanların, hiç kimsenin elinin değmediği, ancak ve ancak ehline sunulan bakire kitapların yerine; her dükkanın önüne LYS, YKS ve diğer bilumum sınava hazırlık dergilerinin yığıldığını, ikinci, üçüncü el kitapların yoğunlukta olduğunu gördüğü için yüreğinin tam ortasına yumruk yemiş gibi hisseder.

Yüreği burkularak, kaçarcasına oradan ayrılmak ister.

Hemen kapının dışında, onlarca renk ve dilden insanla karşılaşır.

Çünkü o cadde de gündüz saatlerinde her milletten insanla karşılaşmak mümkündür.

Artık Beyazıt Kapalı Çarşısı’nın önünde olduğunu hisseder derin bir nefes alır.

Sonra bazen Çemberlitaş'a doğru yürür, ama daha çok da Kapalı Çarşı’dan geçer.

Kapalı Çarşı'nın uğultusu, rengarenk insanları, bazı dükkanların ıtri, lokum, kahve, bin bir çeşit otların kokusu burun deliklerine hücum ederken, Şafii mezhebinden olduğu için bir müennese değmemeye özen göstererek yavaş yavaş Nuruosmaniye Kapısı'na doğru yönelir, kulağı orada konuşulan yabancı dillerdedir.

Zira Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce'yi de tıpkı anadilleri olan Kürtçe ve Türkçe gibi iyi bilmektedir.

Bazen sıkıntıda olanlara tercüman olur, bazen alır onları sorunlarını çözene kadar yanında götürür.  

Oradan Cağaloğlu'na doğru hafif bir yokuştan yukarı çıkarken, sokağın yeni müdavimlerine, halıcılara, antikacılara, turistik malzeme satan dükkanlara bakarak caddeye kadar gelir ve bu sefer sola döner.

Artık yolu kısalmıştır, çünkü Cağaloğlu'na gelmiş ve Babıali'ye doğru yokuş aşağı inecektir.

Bir cadde daha yolunu kesecek, sağına soluna bakarak bu caddeyi de geçecek ve İran Başkonsolosluğu'nun yanından yokuş aşağı yoluna devam edecektir.

Bir süre daha yürüdükten sonra artık hedefine ulaşmış olacaktır.

Ankara Caddesi'ndeki 21 numaralı hanın kapısında durur, hafifçe soluklandıktan sonra, Beyan Yayınları yazan zile basar.

Kapı hemen açılır ve o da asansöre biner; hayatta çok sevdiği, değer verdiği, oğlu gibi bildiği, yaklaşık kırk yıldan fazla bir zamandır kendisi ve misafirlerini ağırlamaktan, onlarla sohbet ve muhabbet etmekten bir dakika bile bıkıp usanmamış öğrencisinin yayınevine "Es-selamu aleykum" diyerek girer.

"Yine hava çok güzel Tevfik" derken de paltosunu çıkarır.

Karşısında, masanın arkasında kırmızı kaplı bir bilgisayar ile her gün önce gazeteleri, sonra yayınlanması için kendisine gönderilen bin bir dosyadan birini okumakta olan, güler yüzlü, sıcakkanlı, sevecen, esmer karası olan öğrencisi ile karşılaşır.

Hoş beşten ve bir çaydan sonra iki üç saat sonra tekrar buraya gelmek üzere iki kat yukarıda olan yazıhanesine çıkar. Orası onun yazıhanesi, kıraathanesi, kütüphanesi ve sığınağıdır....

Peki, kim bu adam...

Kim?

Kim bu yüzünden gülümseme eksik olmayan, gözlerinden zeka fışkıran, öğrencileri ve tanıdıkları tarafından çok sevilen, değer verilen bu insan kim?

Bu, Perwari'nin değerli eşrafından alim Mela Ebdurrezak'ın oğlu Gazali Bey'in, 1944 yılının en sıcak günlerinden biri olan temmuz ayının 10'unda "Allahın bir İhsan'ı" olarak dünyaya gelmiş İhsan Süreyya Sırma'dır. 
 

IMG_1233.JPG
İhsan Süreyya Sırma / Fotoğraf: M. Xalid Sadînî 


Allah'ım, bir insan kendi ismiyle bu kadar mı müsemma olur?

Hem lütuf, iyilik, güzellik ve yardımseverlik anlamları da olan, hayatı boyunca insanlara yardım etmekten, onlara rehberlik ve hocalık etmekten bir dakika olsun imtina etmemiş ihsan sahibi biri olacak ve hem de, aslında bir yıldız kümesi olan, gökyüzünde bütün yıldızlar görünmez hale geldiği halde parlamaya devam edecek olan "Süreyya" yıldızı gibi garip ve gureba öğrencilerine her dem ışık saçacak, yol gösterecek, onlara yardım edecek; beşeriyeti, nebatatı, hayvanatı aynı ölçüde sevecek; nehirlerle ve dağlarla konuşmayı öğrenecek ve onların hepsinde Rabbinin eserlerini gören, parlak bir yıldız gibi ışığı eksik olmayan İhsan Süreyya'dır. 

Her insanın hayatında başka insanların bıraktığı derin veya sığ izler vardır.

Bu izler kimi zaman o kadar derin olur ki hayat boyu onunla beraber yaşar.

Benim için İhsan Hocamın bıraktığı iz de böyledir.

Gerçekten onun benim hayatıma yaptığı tesir tarifi imkansız bir etkidir.

Elbette sadece onun değil, başka insanların da hayatım üzerinde çok büyük etkileri olmuştur.

Biliyorum, hocamızdan bahsetmek, bahsedebilmek çok zor.

Zira onun gibi mütevazi bir ilim ve bilim adamını bütün vasıfları ile tarife kalkmak, tanıtmak benim üstesinden gelebileceğim bir şey değil.

Lakin Hocamızın hayatıma olan tesirini yazmak da içime bir ukde olduğundan bundan da kurtulmak istiyorum. 

İhsan Hocamı her gördüğümde, onun muzip, mizah sever, şakacı ve küçük cüssesinin ardında koruduğu büyük ilim ve imanı gördüğümde uzun yıllar şiirlerini toparlamakla meşgul olduğum Feqiyê Teyran gelir aklıma.

Zira Feqiyê Teyran de Kürt Tasavvuf Edebiyatı'nın en yetkin kaside, gazel ve destanlarını yazmış, söylemiş olmasına rağmen, hep mütevazi bir seyyah sofi gibi dünyayı dolaşmış, medrese ve tekkeleri ziyaret etmiş, halk ile hasbıhal etmiş ve ömrünün sonuna kadar hep “Feqi-Feqe” yani öğrenci olarak kalmış ve de kendisini Feqiyê Teyran, yani "Kuşların öğrencisi" olarak tanıtmış ve öyle kalmış büyük bir veliydi.

Feqiyê Teyran, Kürt edebiyatın dört köşe taşından biri ve aynı zamanda Kürtçe Tasavvufi Halk Edebiyatının ilk temsilcisidir.  

Eserlerinde ve şiirlerinde aşk ve irfanı kaynaştıran, İranlı büyük aşk ve tasavvuf şairlerinden Feriduddin-i Attar’dan etkilenerek Vahdet-i Vücûd düşüncesini, mahalli kültür ve kavramlarla samimi ve herkesin anlayabileceği sadelikte işleyen Feqiye Teyran, yaklaşık olarak 400 yıl önce, İhsan Hoca'nın doğduğu ve büyüdüğü Pervari'nin, eskiden bir kazası olan, ama şimdilerde Van'a bağlanan Müküs ya da yeni ismiyle Bahçesaray'da doğdu.

Orada ve civarında bulunan Hizan, Finik, Hakkari ve Cizira Botan’da bulunan medreselerde okudu.

Feqiye Teyran’ın, şiirlerinde kullandığı dilin gerek sadeliği ve edebi olarak değeri, bütün engellemelere rağmen günümüze kadar gelebilmiş olması, İhsan Hoca gibi insanların onun şiirleri ve hikayeleriyle büyümesine sebep olmuştur.

İşte biz de, onun yüzyıllar sonra da olsa şiirlerini, hikayelerini derlemek için, onun üzerine çalışmalar, okumalar yapmak için yola çıktığımızda İhsan Hocamın ayak izleri ile karşılaştık.

Aynı coğrafyanın insanları, aynı kaynakların berrak suyundan içmiş, aynı ağaçların gölgesinde dinlenmiş, aynı muziplik ve canlılık ile karşılaştık.

Feqiyê Teyran'ın, Şeyhi Sen'an'ını ve Zembilfiroş'unu aradığımızda bunların mücessem hali ile karşılaşmak hem şaşırtıcı ve hem de sevindiriciydi.

Asıl ismi Muhammed, lakabı Feqiyê Teyran olan şairimiz hayatı boyunca "Feqî", Kürtçe'de öğrenci olarak kalmayı başarmış nevadir insandandır.

Hemşehrisi İhsan Süreyya da bütün ilmi ünvanlarına rağmen kuşlardan, dağlardan, nehirlerden, insanlardan bir şeyler öğreniyor.

Kuşların öğrencisi olan Feqiyê Teyran, felsefesini su üzerine kaside okuyarak bina etmişti.

Onun öğrencisi İhsan Süreyya ise derdini dağların ve nehirlerin dilinden terennüm etmiştir.
 

IMG_1297-001.JPG
Fotoğraf: M. Xalid Sadînî 


Peki, neden 'Kuşların öğrencisi'?

Çünkü o bihakkın kuşların dilini bilen ve anlayan bir insandı da ondan.

Nasıl mı?

Derler ki, dünyada bulunan kuşlar arasında büyük bir kaos ve karmaşa baş göstermiş.

Kuşlar birbirine kindar, diğer varlıklara karşı düşman olmuşlar.

Bunun üzerine dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelmişler ve büyükleri, diğer kuşlara hitaben demiş ki;

Ey kardeşlerim görüyorsunuz; bizim aramızda sevgi ve muhabbet kalmadı. Aramızda nifak ve kargaşa had safhada. Gelin Süleyman Peygambere danışmanlık yapan Hüdhüd'e gidelim ve o bize de bir yol göstersin.

Kuşlar, Hüdhüd'ü bulmuş ve ona dertlerini anlatmışlar. 

Hüdhüd ise şöyle demiş:

Ey kardeşlerim, siz yolunuzu şaşırmışsınız. Rabbinizi kaybetmişsiniz. Onun içinde bu güzel dünyada huzur ve barışınızı da kaybettiniz. Sizin tekrar Rabbinizi, sizi barış ve huzurla yaşatanı bulmalısınız. Ama bu yol çok zorlu ve türlü meşakkati olan bir yoldur. Oraya kadar gücünüz ve nefesiniz yeter mi, pek emin değilim.

Kuşlar ise bu kez şöyle demiş ve de çok ısrar etmişler:

Ey Hüdhüd, sen yol yordam bilensin, sen ki peygamberlere müşavirlik yapmış kutsal bir kuşsun, düş önümüze götür bizi Rabbimize. Zira artık böyle yaşamak istemiyoruz.

Bu ısrarlara dayanamayan Hüdhüd, düşmüş kuşların önüne, onlara nasihat ede ede, yolun zorluk ve sıkıntılarını değişik şiir ve hikayeler anlatarak önce 'Talep/İstek Vadisi'nden geçirmiş.

Kuşların bir kısmı daha yolun bu ilk vadisinde yorulmuş ve gitmemek için türlü bahaneler uydurmuşlar.

Ardından 'Aşk Vadisi'ne gelmişler, bir kısmı da orada kalmış.

Hüdhüd, 'Marifet Vadisi'ni de geçip 'Tevhid Vadisi'ne gelene kadar kuşların çok azı kalmış ardında.

Ama kalanlar 'Hayret Vadisi'ni geçip 'Fakr ve Fena Vadisi'ne ulaşınca, artık geriye dönmenin mümkün olmadığını anlamışlar.

Fakat diğerleri, bu gün dünyada ismini bildiğimiz kartal, keklik, üveyik, tavus, serçe ve diğer bütün kuşlar her biri bu vadilerden birinde kaybolmuşlar.

Hüdhüd, ancak kendisiyle beraber otuz kuş olarak bütün meşakkatlere rağmen, her vadiyi aşmış ve 'Kaf Dağı'nın ardına varmış.

Orada onları bir elçi karşılamış ve Rablerinin bulunduğu tarafa götürmüş ve demiş ki onlara:

Siz buraya 'Otuz Kuş/Sîmurg' olarak geldiniz ve o kadar olacaksınız. Karşıya bakın Rabbiniz orada.

Bakmışlar ki karşılarında kocaman bir ayna ve aynada görünen kendileridir.

Anlamışlar ki, herkesin Rabbi kendi içinde imiş. Rab onların gönlünde, ruhlarında imiş. Rab başka yerde değil, bizzat kişinin içinde aranmalı imiş.

'Simurg/Otuz Kuş' hikayesini Feriduddin-i Attar, Mantıkut-Tayr kitabında böyle hikaye etmiş.

Gulşehri ve başka birçok Osmanlı şairleri Simurg Efsanesini yeniden yazmışlar.

Bizim Feqiyê Teyran da, bu hikayeyi okuduğundan bildiğinden bu yana, her şeyi kuşlardan öğrendiğini bize göstermek için ismini 'Kuşların öğrencisi' olarak değiştirmiş ve böyle kalmış.

İşte İhsan Hoca da, Pervari’den Paris’e (İ.S.S. Kitabı-Beyan 2017) adlı kitapta anlatıldığına göre, çocukluğundan bugüne kadar yaklaşık 76 yıllık ömrünü ilme ayırmak ile başlamış ve öğrenciliğinden bu yana, hem öğrenmiş hem de öğretmiş bir insan olmasına rağmen; ülkenin bütün il ve ilçelerinde konferanslar vermiş, sempozyumlara, ilim kongrelerine ve panellere katılmasına, neredeyse dünyanın tamamında, en azından Müslümanların yaşadığı yerlerde benzer ilmi faaliyetlere katılmış bir insan olmasına rağmen; şakacılığından, mizahçılığından ödün vermemiş, güzel bir insandır.

Feqiyê Teyran kendi "dostun"dan bahsederken der ki: 

Xwezî min sed ser hebana 
Sed hizar dev pê ve bana
Ew hemû li medhê te bana 
Hêj bi wan noqsan im ez
               
Ez kiz û zer bûm ji qehrê 
Dê devêk çibkit ji behrê
Yan du çav çibkin ji sehrê 
Bi dîtina e'ynan im ez
                
Agir û pêta di dil da 
Me'neyan daxan ku hilda
Ew kitab naçit du cilda 
Hafizê medhan im ez

Türkçesi; 

Keşke benim yüz başım olsaydı
Her birinde yüz bin ağzım olsaydı
Onların hepsi de seni övselerdi
Hayır, buna rağmen eksiğim ben

Kavruldum sarardım kahırdan
Bir yudum ne alabilir ki deryadan
Ya ne yapsın iki gözcük sahradan
Gözlerini görmektir benim arzum
    
Yürekteki ateş ve kor
Tutuşturunca manaların ateşini
Çıkan yazılar sığmaz oldu ciltlere
Ben övgüleri işte böyle korurum


İhsan Hocamın vasıflarını tavsif için yine Feqiyê Teyran'a müracaat ediyorum.

Zira Hocam, o kadar güzel bir insan ki, peygamberlerin ve evliyaullahın ahlakıyla o derece ahlaklanmış ki, ondan bahsedebilmek için Feqiyê Teyran'ın şu dizelerdeki duasına katılmamak mümkün değil.

Feqî der ki;

Sed hizar çav min divîna
Bayekî perde hilîna
Xet û xal min têr bidîna
Işq û qûtê can im ez.

Türkçesi;

Yüz bin gözüm olmasını dilerdim
Bir rüzgar çıkıp perdeyi kaldıraydı
Yanaklarını, benlerini seyretseydim
Canımın aşkımın gıdası olurdu.

 

Devam edeceğiz...

 

 

*Bu makale E-şarkiyat ilmi araştırmalar dergisinin 12'nci cildinde Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma'ya Armağan adlı 2'nci sayısında yayımlanştır ve yazarın özel izni ile Independent Türkçe’de yer verilmiştir.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU