Irak ve ilkesel olarak ‘sıfırdan başlamak’ (4)

Vatana bağlılığı her türlü bağlılığın üstünde gören genç protestocular, modern Irak’ın temel sorunlarından biri ile karşı karşıya olduklarını belki de kavramakta zorluk çekecektir

Gösterilerde hayatını kaybeden gençlerin fotoğrafları (AP)

Çağdaş Irak devletinin kuruluşunun yüzüncü yıldönümüne yaklaşılırken, ülkede yaygınlık kazanan ‘halk hareketinin’ sloganı: “Bir vatan istiyorum’’ şeklindeydi. Kral Faysal bin Hüseyin’in taç giydiği 23 Ağustos 1920 tarihi, Irak devletinin kuruluş tarihi olarak görülüyor. ‘Halk hareketine’ katılan gençlerin çoğunun, daha sonraki nesillerin hayatını doğrudan etkileyen bu münasebete dair bir fikrinin olduğundan şüpheliyim. Tahrir Meydanı’nda toplanan bu gençler, devletin kurucusu Kral Faysal ile farkında olmasalar da aynı özlemi paylaşıyorlar. Bu gençler derinlerde bir yerde, sevgiyle bayrağını taşıdıkları Irak’ın adeta ezelden beri var olduğunun bilincindedirler. Irak’ı oluşturan şartlar ve bileşenleri arasındaki ilgi, yabancı müdahalelerle şekillenmemiştir. Şunu bilmek gerekir ki, devletin kurucu kadroları, bağımsız sivil bir devlet inşa etmek için vatani hislerle hareket etmiş ve 1921-1958 yılları arasında, özverili çabalar sarf etmiştir.

Vatana bağlılığı her türlü bağlılığın üstünde gören genç protestocular, modern Irak’ın temel sorunlarından biri ile karşı karşıya olduklarını belki de kavramakta zorluk çekecektir. Bu sorun, esasında bir ‘kimlik çatışması’ sorunudur. Onların aksine diğerleri, etnik kökenlerini ve mezhepsel eğilimlerini, ‘ulus ve vatandaşlık bilincinin’ önüne konuşlandırmaktadır. Nasıl ki geçmişteki öncüleri, Britanya ile ittifaktan yararlanmak isteyenleri ‘hain’ olarak adlandırmışsa, şimdikiler de, protestocu gençleri, dış güçlerin ‘kuyruğu’ olarak tanımlamaktadır.

Ötekini ‘şeytanlaştırmak’ ve hain olarak damgalamak, modern Irak zihniyetinde, sistematik olarak kendini tekrar eden bir olgudur.

Bu bağlamda, protestocu gençler de, Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesinden bu yana geçen 17 yıl zarfındaki , (az olsa da) her türlü olumlu gelişimi inkâr etmeye meyillidir. Her ne kadar ülke altyapısının ıslahı ve devlet kurumlarının tamiri noktasında kayda değer ilerlemeler gerçekleşmemişse de, toplum üzerinde 35 yıl süren devlet baskısı son bulmuştur. Saddam Hüseyin rejiminde toplum nefes almakta güçlük çekiyordu, rejimin devrilmesiyle birlikte, sorunlu da olsa, devletin topluma egemenliği, toplumun devlete egemenliğine dönüşmüştür.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Fırsatlar ve seçenekler

Ayrıca bu işgal sonrası dönemde, birden fazla seçeneğin ve fırsatın söz konusu olduğu evreler yaşandı. ABD’nin gözetiminde, 2004 yılında yönetime gelen Birleşik Irak İttifakı hükümetinin görev süresinin bitmesinin ardından, İyad Allavi başkanlığındaki geçiş hükümeti devlet kurumlarını yeniden faal hale getirme hususunda önemli adımlar atmıştı. Eğer 2005 yılında yapılan seçimler bir yıl daha ertelenebilmiş olsaydı, Irak’ın ‘etnik-mezhepsel’ paylaşımlı bir yönetime maruz kalması engellenebilirdi. Ancak o dönem etkin olan güçler, yani: ABD ve Şii mercileri, seçimlerin ertelenmesi taleplerini reddetti. Bu kritik evrede, mezhepsel ve etnik kimlikler, ulusal yaklaşım ve vatandaşlık duygusunun önüne geçmiş oldu. Bu seçimleri takip eden sekiz yıl boyunca, ‘mezhepsel paylaşım’ sistemi en kötü şekliyle sistemleştirildi. Seçim listelerinde, seçim bölgelerinde tanınmayan insanlar yer aldı ve kitleler mensubiyetleri doğrultusunda oy vermek zorunda bırakıldı. Bu sebeple Irak Parlamentosu okuma yazma bilmeyen ve en ufak eğitimi ve kültürel gelişimi olmayan insanlarla dolduruldu. Bakanlıkların dağılımı da, ana güçler, yani; Şiiler, Sünniler ve Kürtler arasında güçleri oranında paylaştırıldı. Kitleler bu süreçte mensubiyetleri doğrultusunda bir yerden diğerine sürüklendi. Bu yaklaşım, bakanlıklar bünyesinde adeta ‘felce’ neden oldu. Bakanlıklar halka hizmet vermek yerine, bağlı bulundukları liderlerin emrine tahsis edildi. Bu liderlerin çoğu, güçleri oranında, devlet bürokrasisinde yapılanmalara gitmiş durumdaydı.

Bu ‘mafyatik bakanlık’ anlayışı, kuruluşundan bu yana iyi kötü işleyen devlet mekanizmasını tamamen atıl duruma getirdi. Oysa devletin ana görevi, altyapının sağlamlaştırılması, deneyimli kadrolar oluşturulması ve üniversite mezunlarına, niteliklerine uygun görevler vererek, üretimin sürdürülebilir olmasını sağlamaktı. 

Şii altyapılı İslami Davet Partisi liderlerinden olan Başbakan Nuri el-Maliki’nin mezhepçi politikaları, terör örgütü DEAŞ’ın Musul dâhil olmak üzere Irak’ın 1/3’ünü işgal etmesine olanak sağladı. Görevi bırakmak zorunda kalan Nuri el-Maliki’nin ardından, İslami Davet Partisi’ne mensup olan Haydar el-İbadi’nin başbakanlık süreci başladı.  

Mühendis Haydar el-İbadi, yönetimde olduğu dört yıl boyunca, ‘orta çözüm’ ve ‘çatışmasızlık’ ilkelerini benimseyerek, başarıyla uyguladı. Bu yaklaşım Iraklı politikacılar arasında nadir görünen bir eğilimi temsil ediyordu. Bu süreçte, bakanlıklar ve devlet kurumları üzerindeki mezhepsel ‘boyaların’ yavaş yavaş aktığına şahit olundu. Hükümet ve devlet içinde yolsuzluğa bulaşan kadroların yargılanmasına başlandı. Hükümete başkanlık ettiği bu dönemdeki en önemli kararlarından biri de, hükümetin izole edilmiş görüntüsüne son vermekti. İbadi, mezhepsel esaslar üzerinden bölgeleri birbirinden ayıran barikat ve duvarların kaldırılmasını emretti. Ayrıca gece uygulanan sokağa çıkma yasağını da kaldırdı. Bu uygulamaları, halkta bir rahatlamaya ve farklı kesimlerin yeniden birbiriyle kaynaşmasına neden oldu. İbadi’nin bir diğer takdire şayan uygulaması da, terör örgütü DEAŞ’ı sonlandırmak için, farklı bileşenleri bir araya getirebilmesiydi. Haşd-i Şabi, ABD liderliğindeki koalisyon güçleri ve Irak ordusu koordine içinde DEAŞ’la mücadele ederek başarı kazandı. Son önemli icraatı da, Kekük’ün kan dökülmeden merkezi hükümete bağlanmasıydı.

Çorak yıllar

ABD’nin işgalinden bu yana Irak’ın yaşadığı ‘çorak yılların’, ebeveynleri ve dedelerinden farklı özelliklere sahip yeni bir nesil oluşturduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki; bu yeni nesil, 1958 ile 2003 yılları arasındaki otoriter rejimlerin, siyasi baskılarına şahit olmuş değildi. O yıllarda, liderlere adeta tapılır, radyo ve televizyonlarda sürekli aynı kişiler görünür ve halkın bilinçaltına korku aşılanırdı. Bu yeni nesil eski kanlı çatışmalara ve savaşlara da şahit olmadığı için, eskinin acıları ve dramından habersizdi. Yeni neslin öfkesi daha çok, Irak işgalinin ardından, devletin çözülmesi ve altyapının tahrip olması nedeniyle, halkın temel isteklerinin yerine getirilmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Bu isteklerin başında da, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve diğer temel haklar geliyordu. Ancak üzülerek ifade etmeliyiz ki, bu yeni nesil de atalarının yolundan giderek, mevcut olan her şeyi reddederek, ‘sıfırdan başlama ilkesini’ benimsemiş görünüyordu.

Irak’ta 2018 Mayıs ayında gerçekleşen genel seçimlerde, oy kullanma hakkı olan seçmenlerin yüzde sekseni, sandıklara gitmeyi reddetti. Bu tutum, mezhepsel örgütlerin, parlamentoda çoğunluğu oluşturmalarına sebebiyet verdi. Haydar el-İbadi’nin listesi, mezhepler üstü bir anlayışla hazırlanmış, bağımsız nitelikli adaylar içeriyordu. Ancak halkın seçimi boykot etmesi, İbadi’nin listesinin başarısız olmasını ve üçüncü sıraya gerilemesini sağladı. Sorbonne Üniversitesi mezunu Adil Abdulmehdi’nin başbakanlık görevine getirilmesi olumlu bir adımdı. Ancak Abdulmehdi’nin parlamento üzerinde güçlü bir etkisinin olmaması, etkiye açık olmasına neden oldu. Abdulmehdi bu görevi kabul ederek, Şii,Sünni ve Kürt partilerin egemenliği altına girmeyi de kabul etmiş oluyordu ki bu da, başarısızlığını taahhüt ediyordu.

Abdulmehdi henüz bu göreve gelmeden önce de, Irak’ta gösteriler bir alışkanlık haline gelmişti. Haydar el-ibadi’nin son iki yılında, hemen hemen her Cuma günü, gösteriler düzenleniyor ve İbadi’nin partisinden istifa ederek yeni bir parti kurması talep ediliyordu. Oysa bu talep oldukça tuhaftı, Haydar el-İbadi, İslami Davet Partisi’nden ciddi bir kesimi, Nuri el-Maliki’nin etkisinden kurtararak kendi yanına çekebilmişti, bu kesimin ‘sivil bir devlet kurulması yönünde’ ikna edilmesi mümkündü. Ancak ‘ya hepsi ya hiç’ yaklaşımı iki sonuç doğurdu, birincisi: aleyhine şiddetli protestolar düzenlenerek İbadi’nin gücü zayıflatıldı, ikincisi: seçimler boykot edilerek, İran bağlantılı grupların parlamentoda çoğunluğu kazanmasına sebebiyet verildi. İran Devrim Muhafızları dahi bu süreçte bazı şahsiyetler aracılığıyla parlamentoda etkinlik kazanabildi.

İran müdahalesi

Irak’ta mevcut protesto hareketinin taleplerinden biri de; İran’ın Irak’ın içişlerine müdahalesinin son bulması yönündedir. Oysa 2018 yılında seçimlerin boykot edilerek, Haydar el-İbadi listesinin zayıflatılması, İran’ın ülke içindeki nüfuzunu pekiştirmesine neden olmuştur. Haydar el-İbadi, hem İran hem de ABD tarafları arasında, ikisiyle doğrudan çatışmaya gitmeyerek, Irak’ın çıkarları doğrultusunda bir denge politikası gözetiyordu. İran’ın etkisini zayıflatmak için, Batı ülkeleri ile ABD’yi kullanıyor, ABD’nin egemenliğini kırmak için de İran’a tavizler veriyordu. Sanırım bu tutum, gerçekçi bir yaklaşımı temsil etmektedir. İyad Allavi ve Haydar el-İbadi’nin müşterek noktası; ‘Irak önceliklidir’ ilkesini benimsemiş olmalarıydı. Ancak maalesef bu iki şahsiyete de, iz bırakabilmeleri için gerekli süre tanınmadı. İki lider de, İran ve Türkiye ile iyi komşuluk ilişkilerini korumaya hassasiyet gösteriyor ve Arap ülkeleriyle iyi ilişkiler geliştirmeye özen gösteriyordu. Aynı zamanda, ABD, İngiltere ve Batı ülkeleri ile de olumlu ve makul seviyede bir ilişki kurma potansiyeline sahiptiler. İyad Allavi, cesur tutumlar takınarak lafı dolandırmadan doğrudan konuşmayı tercih ediyordu. Haydar el-İbadi ise, esnek bir yaklaşım taraftarıydı ve müzakereci kişiliğiyle ‘orta çözümler’ bulma hususunda başarılıydı. Eğer bu iki lider arasında bir ittifak gerçekleşebilseydi, Irak’ın içinde bulunduğu kriz ortamından çıkışı yüksek bir ihtimalle mümkün olurdu. İkisinin karakteri farklı olmakla birlikte, Irak’ın çıkarları doğrultusunda birbirini tamamlamaları olasıydı. Birincisi cesur ve dobra karakteri, ikincisi de pragmatist ve müzakereci kişiliğiyle öne çıkıyordu.

Mevcut ayaklanmalara iştirak eden gençler, selefleri olan siyasi, sivil ve askerlere benzer tutumlar sergiliyor. Bugünkü protestocular, maddi olanaklara sahip olmadıkları için, isteklerini uygulama imkânından yoksun olsalar da, taleplerindeki cevheri sorunları görmezden gelemeyiz. Geçmişte ‘değişim idealine’ inanan Iraklılar, taleplerini uygulayabilmek için, gerek askeri gerek devlet kadrolarındaki yapılanmalarını kullanabilmişti. Ancak süreklilik arz eden sorunsal; ‘yapılanları yıkıp, sıfırdan başlama’ eğiliminde gizildir. Bu eğilim, eski sistemin şahsiyetlerini ‘şeytanlaştırarak’ izlerini silme hedefini taşır. Dolayısıyla protestocular, ‘sıfırdan başlayabilmek için’, siyasi erkin tamamen ilga edilmesini, anayasanın askıya alınarak, seçim sisteminin ortadan kaldırılmasını talep ettiler. Bu protestocular, kendi içlerinden bir ‘lider kadro’ çıkarılmasına dahi karşıydılar. Buna karşılık, geçiş dönemini yönetmesi için seçilecek başbakan için, imkânsıza yakın şartlar öne sürdüler. Bu şartlar üç aşağı beş yukarı şöyleydi: parlamentoda yer almamış olmak, yabancı ülke vatandaşlığına sahip olmamak, Baas Partisi ile herhangi bir ilişkisinin olmaması vesaire. Aynı zamanda seçilecek başbakanın, yeni anayasa tamamlandığında ve seçim sitemi oluşturulduğunda istifa etmesini şart koşuyordular. Oysa ‘halk hareketi’ ilk başladığında, birçok Iraklı, vatandaşlık bilincinin ön plana çıktığı bir değişim imkânı gördüğü için umutlanmıştı.  Olması gereken, dinine, mezhebine, etnik kimliğine, düşüncelerine ve ideolojisine bakmaksızın ötekinin kabullenilmesiydi. Meydanlardaki kitlelerin çok çeşitliliği ve müzik ile duygularını ifade edişleri, uzun yıllar uykuda olan bir ruhun uyanışına şahitlik ettiğimiz sanrısına kapılmamıza neden olmuştu.

Köklü değişim

Ancak siyasi ve mezhepsel kimliklerle parçalanmış bir ülkede köklü bir değişimin gerçekleşebilmesi için nesillere ihtiyaç vardır. Şu an şahit olduklarımız, geçmişin ruhunun şimdiye sirayet ediyor olmasıdır. Protestocu gençler, daha iyi bir yaşam umudu taşımadıkları gibi, daha iyi bir gelecek inşası için de yeterli donanıma sahip değildir. İntifada başsız hareket eden bir cisme benzemektedir. Protesto eylemlerine iştirak eden çoğu insan, bu eylemlerden ‘kurtarıcı bir kahramanın’ tebarüz ederek, organize ettiği askerleriyle ülkeyi kurtarmasını bekliyordu. Bu beklenen kahraman, ülkedeki yolsuzlukları bitirecek, çalınan kamu mallarını geri alarak devlet hazinesine koyacak, hayallerindeki yüzlerce harika projeyi hayata geçirecekti. Bununla birlikte, onlar da ataları gibi, piramitsel bir yapıyı kabule yanaşmıyordular. Kas gücünden ve karizmadan yoksun ancak yüksek nitelikli liderlerin peşinden gitmeye hazır değildiler. Bu noktada, adeta fıtri olarak, adil bir diktatöre olan meyil dikkati çekiyor. Ancak tüm sorumluluğu üstlenen böylesi bir lider her şeyi yoluna koyabilir ve bir düzen sağlayabilir. Irak intifadasındaki ironik hususlardan biri de şudur: mevcut mezhep kotalı sistemden faydalanan bazı kesimler de, protesto eylemlerine katılarak, sonlarının Saddam Hüseyin’in başına gelenlerle benzerlik arz etmemesini garanti altına almak istemiştir. Yeşil Bölge’den çıkış için kendilerine güvenli bir yol önerilmemiş olması bu siyasileri paniğe sürüklemiştir. Oysa karşılarındakiler, askeri bir gücü olmayan kitlelerden ibaretti, tek silahları haklı talepleri ve öfkeli sesleriydi.

İşte böylece Irak, yeniden çatışma ortamına sürüklenmiş oldu. Susturucu takılmış bir silah gibi, iç savaş patlak vermeksizin kargaşa hâkim oldu. Kabul etmeli ki, Irak’ta daha önce böylesi bir dönem yaşanmamıştı, bir yanda; köklü bir değişim talep eden, ideolojisiz barışçıl göstericiler, diğer yanda; göstericilere şiddet uygulayan kimliği belirsiz milis güçleri. Tüm bu mülahazalara rağmen, kişisel kanaatim, ‘halk intifadasının’ hedeflerine ulaştığı yönündedir. Şöyle ki; bir deprem sonrasında toprağın eski pozisyonunda kalması nasıl mümkün değilse, bu protesto eylemleri sonrasında da, Irak’ın eski Irak olması artık mümkün değildir. İntifada toplumda deprem etkisi yapmıştır, vatana bağlılık hissi ve bireyin kalabalıklar arasında temeyyüz etme arzusu, inkâr edilemeyecek bir güce dönüşmüştür. Eğer bu eylemciler ile sivil devleti hedefleyen siyasi yapılar arasında köprüler tesis edilebilirse, mezhep kotalı mevcut sistem bölünmeye mahkûm olacaktır.

Irak gibi bir tarihe ve coğrafyaya sahip ülkelerde, bir ulusun inşa edilmesi hayli zor bir görevdir. Bilincin değişimi için, eğitime, doğru iletişime ve uzun bir zamana yayılmış istikrara ihtiyaç vardır. Ancak Iraklı genç ‘devrimciler’ bu gerçekleri kabul etmeye yanaşmamaktadır. Tahrir Meydanı’ndan ayrıldıktan sonra, bu yeni neslin üzerinde düşünmesi gereken şeyler de bunlardır. Gençler, geçmişin yükünden özgür oldukları için, vatanı kendi elleriyle inşa edebilecek tek kesimdir.
 

*İçerik orijinal haline bağlı kalınarak çevrilmiştir. Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Mustafa Yıldız

independentarabia.com/node/86461

Bölüm 1 - Bölüm 2 - Bölüm 3

DAHA FAZLA HABER OKU