Vizyonda bu hafta: Bir yaban hayat romantizmi; “Vahşetin Çağrısı”

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için yazdı

Tarih, bir zamanlar büyük umutlarla hayallerinin peşinde büyük çaba gösteren ve her şeyi göze alan; bu uğurda şansı yaver gidenler olduğu kadar çoğunlukla hiçbir şey elde edemeden geçmişin tozlu sayfalarında kaybolanların hikayeleriyle dolu.

1890’lı yıllarda büyük Amerikan Rüyası’nın temellerini atan, Amerika Birleşik Devletleri’nde zengin olmayı amaç edinen yüz binlerce insanın keşfedilmemiş olana doğru yaptıkları, başarı ve başarısızlık ihtimallerinin fazlasıyla gerçekleştiği uzun ve zorlu bir hayal yolculuğu olan Klondike Altına Hücumu’nun arka perdesi de pek çok yazılı ve görsel esere ilham veren böylesi harekatlardan biri.

Bütün altın keşifleri arasında zamanın şartlarına göre en fazla madene ulaşılan, kazıların merkez üssü olan Yukon-Alaska’nın bağlı olduğu altın zenginliğiyle nam salmış Kanada’nın Klondike bölgesi, doğru zamanda doğru yerde olup altın fırsatlarını değerlendirenlere kapı açtığı gibi, geliş masraflarını bile zorlukla çıkararak işçi olarak çalışmak zorunda kalan pek çok gezgine de ev sahipliği yapmış.

Tabii ki o zamanlar Yukon’da zengin olmanın tek yolu altın bulmak da değilmiş:

Bu yer, zengin olma yolunda vizyonist, girişimci ve fırsatçılar için de pek çok imkân sağlamış.

Hatta siyaset öncesinde Amerika’nın ünlü milyarderleri arasında anılan, günümüzde ise başkanlık unvanını taşıyan Donald Trump’ın Altına Hücum döneminde Dawson City yolunda açtığı otellerle servetini kazanan büyük dedesi Fred Trump gibi iş adamlarının yanı sıra sanat dünyası çevrelerinden de pek çok insan bu ilgi çekici olaylara şahit olmak ya da bizzat olayların içinde yer almak için oradaymış.

Ünlü Amerikalı yazar Jack London da o zamanlar henüz yirmi bir yaşındayken Dawson City’de zengin olmaya çalışan maceraperestlerden biriymiş.

Ancak o başarı ve şöhreti elbette elde ettiği herhangi bir madenden değil, sıfırın altında seyreden iklim koşullarında neredeyse bir yıl geçirdiği bu ıssız topraklarda dolaşıp gördüğü manzarayı, gözlemlediği olayları konu ettiği hikayeleri ve romanları ile kazanmış.

Onun bu gözlem ve tecrübelerinden yola çıkarak kaleme aldığı yazılar önce seri bir şekilde Saturday Evening Post’ta, aynı yılın ilerleyen günlerinde de bu yazılar ayrıca kitap şeklinde yayınlanmış.

Böylelikle o her ne kadar Yukon’dan bir maden zengini olarak dönememişse de yayınlanan bu kitaba olan ilgi nihayetinde ona o zaman bir milyon dolarlık bir gelir sağlamış.

Üstelik bu başarı ona yazı yoluyla bu miktarda bir gelir elde eden ilk Amerikalı yazar unvanını kazandırmış.


Bir yaban hayat romantizmi; “Vahşetin Çağrısı”

Yönetmen: Chris Sanders / Oyuncular: Harrison Ford, Omar Sy, Cara Gee, Karen Gillan, Bradley Whitford, Dan Stevens, Jean Louisa Kelly / 100 dakika
 


Jack London’ın ilk kez 1903 yılında The Call of the Wild ismiyle yayınlanan ve artık günümüzün klasik eserleri arasına giren kısa bir macera romanından sinemaya uyarlanan Vahşetin Çağrısı, daha çok bir yaban hayat romantizmi ile hayatta kalma ve yaşam amacını bulma hikayesidir.
 


1923 yılında ilk kez bir sessiz film olarak uyarlanan ve o zamandan beri birkaç kez daha sinemaya aktarılan eserin vizyondaki bu son uyarlamasında belki de ticari bir tercihle ailece seyredilebilmesi amacıyla olay örgüsü biraz yumuşatılmışsa da genel olarak bu sadık uyarlama seyirci için keyifli bir ruhsal yolculuk sağlayacak potansiyeldedir.
 


Üstelik bu son filmin bu zamana kadar yapılan uyarlamalar arasında en yüksek yapım bütçesine sahip olmasının yanı sıra diğerlerinden çok önemli bir farkı daha vardır.

Filmin önceki yıllarda yapılan çekimlerinde Buck’ı canlandıran gerçek bir hayvandır.

Ama bu sefer değil.

Bu defa Buck’a CGI efektleri ile oluşturulmuş bir bilgisayar teknolojisi hayat veriyor.

Üstelik sadece Buck değil, filmdeki tüm köpekler bilgisayar tarafından üretilen efektlerin bir kombinasyonuyla filmde hayat buluyor.
 


Filmde Buck’a ise eski bir Cirque du Soleil sanatçısı olan ve kendisini Ruben Östlund’un Kare (The Square, 2017) isimli filmdeki maymun performansından da hatırlayacağınız canlı aksiyon/hareket yakalama oyuncusu Terry Notary hayat veriyor.

Bu, filmlerde kullanılan hayvanların pek çok tehlikeli ve rahatsız edici adımlardan geçtiğini düşünen hayvan haklarını gözetenleri de oldukça memnun edecek bir yaklaşım. Dolayısıyla hiç kimsenin gerçek hayvanların çalışma koşulları hakkında endişelenmesi gerekmiyor.


Kendi türündeki hatalardan ders almış bir çalışma

Bazıları son dönemlerde yoğun bir şekilde kullanılan CGI teknolojisini her ne olursa olsun, gerçeklikten yoksun yapay bir anlatım yolu olarak görse de doğrusunu söylemek gerekirse ben bu filmde böylesi bir yapaylığı hissetmedim.

Hatta filmi seyrederken başlarda gerçek mi yoksa özel efekt mi izlediğimden de pek emin değildim.
 


Dolayısıyla filmin içine girdikçe ve görüntülere alıştıkça bunun bilgisayar ile üretildiği gerçeğini tamamen unutturan filmin akışı sayesinde Buck ile seyahat etmekten oldukça keyif aldım.
 


Vahşetin Çağrısı, elbette canlı hayvanlar yerine onların dijitalleştirilmiş hallerini kullanan ilk film değil.

Ama bana göre Pi’nin Yaşamı (Life of Pi, 2012) ve Orman Çocuğu (The Jungle Book, 2016) gibi başarılı yapımlarla birlikte anılabilecek en güzel örneklerden biri.

Misal; Aslan Kral (The Lion King, 2019) filmi teknolojinin kullanımı açısından bir çığır açmış olsa da dudak hareketlerindeki senkronizasyonun yetersizliği bu gerçekliği sanal bir görünümden çıkaramamıştı.

Kullandığı dijital kürk teknolojisi ile en kötü Broadway müzikali uyarlamasına imza atan The Cats filmindeki kedilerin rahatsız eden görüntülerini sanırım hatırlatmaya gerek bile yok.

Kirpi Sonic (Sonic the Hedgehog, 2020) ve Dolittle (2020) filmlerindeki canlı aksiyonlar ise çoğunlukla animasyona yakın olduğu için bu filmlerin zaten gerçeklik kaygısı taşımayan fantastik bir dünyası vardı.
 


Vahşetin Çağrısı’nda kullanılan bu teknoloji ise filmin yapımcılarına müthiş bir özgürlük alanı yaratmış ve hikayenin özüne girmelerini sağlamış.

Hayvanları konuşturmaktan kaçınmaları ise onlara gerçeklik boyutu katan en önemli tercihlerden biri olmuş.
 


Filmin ekibi, gerçek bir köpeğin üstesinden zorlukla gelebileceği pek çok sahneyi bu teknoloji sayesinde ustalıkla yöneterek filme dahil etmeyi başarmış.

Bu açıdan baktığımda CGI (bilgisayar üretimli imgeleme) teknolojisi zaman zaman beni de rahatsız edip filmden uzaklaştırdığı örnekler olsa da Vahşetin Çağrısı filmindeki uygulamanın kendi türündeki hatalardan bir ders çıkardığını ve onları tekrarlamamaya çalıştığını düşünüyorum.
 


Konforlu bir hayattan yaban dünyasına

Hikayenin ana karakteri Buck, Kaliforniya’da aristokrat bir ailenin yanında yaşayan, maskaralıklarıyla evin altını üstüne getiren, İskoç çoban köpeği türü olan Collie ile Saint Bernard kırması olan devasa bir evcil köpektir.
 


Onun tüm sakarlıkları, şımarıklığı ve yaramazlığına karşı koşulsuz bir şekilde anlayışlı ve nazik olan ev sahipleri ona karşı her daim hoş görülü ve sevgi dolu olsalar da günün birinde ev ahalisinin önemli bir davet için yaptığı hazırlığı sabote eden haşarılığı onu bahçede kalma cezasıyla baş başa bırakır. 
 


Cezalı olduğu bu gece ise onun tüm hayatını değiştiren olayların bir başlangıcı olur.

Kişisel servet arayışında olanların gittikleri vahşi bir doğada kendilerine rehberlik edecek güçlü bir kızak köpeğine ihtiyaç duyduğu bir dönemde Buck, iri cüssesiyle bu işin ticaretini yapanlar için tam bir biçilmiş kaftandır.
 


Bu amaçla kar kızaklarında iş görecek köpekleri avlamak için gece devriyesine çıkan bir grup insan tarafından yaşadığı çiftlikten kaçırılması onun için kaçınılmaz bir sondur.

Kaliforniya’da yanlarında yaşadığı mutlu sahiplerinden ve huzurlu hayatından koparılıp Akaska’nın zorlu şartlarında kızak köpeği yapılmak üzere yeni sahibi tarafından satışa çıkarılan Buck, bu acımasız dünyanın yeni şartlarına ayak uydurma zorunda kalır.
 


Ancak neyse ki, onu bu vahşi tüccarın elinden kurtaracak iyi niyetli bir alıcısı vardır. Bir posta dağıtıcısı işini üstlenmiş olan bu yeni sahibi onu kendi kızağının takımına alır.
 


Yeni sahibinin bu çaylak ama takım içinde en güçlü ve zeki hayvana olan güveni Buck’a kısa süre içinde takım içinde lider olma fırsatı tanır.
 


Buck her geçen gün yeni çevresine uyum sağlar ve içindeki bilge kurt içgüdüleri ortaya çıkar.
 


Artık tam bu ortama ve işe alıştığını düşündüğü sırada posta güzergahının değişmesiyle birlikte onun sevgi dolu bu iyi niyetli yeni sahibinin görevini bırakması Buck’ın yeniden hırslı ve kötücül bir servet avcısının eline düşmesine yol açar. 
 


Bu durum elbette onun için hayatı bir kez daha zorlaştırır. Üstelik bu defa kendisi dışında sahip çıkması gereken bir takımı da vardır.
 


İç sesini dinleyerek kendi başına hayatta kalmayı öğrenmesine, diplerden olgunlaşarak yükselmesine sebep olan bu yolculuğunda onun için en büyük çağrı, kendisini gözünü hırs bürümüş bu servet avcısının elinden kurtararak ona özgürlüğün yolunu açan, Alaska’da münzevi bir hayat yaşayan John Thornton’la birlikte yabani dünyanın içine girmesiyle birlikte başlar.
 


Edebi ciddiyet ve yarı-animasyonlu bir eğlence

Edebiyat dünyasına unutulmaz eserler kazandıran Jack London’un Yukon topraklarında geçen bu hayatta kalma hikayesi tüm zamanların en ünlü macera romanlarından biri olmasına rağmen sinemaya uyarlanmış olan versiyonların çoğu büyük bir sıçrama yapamayan ve ses getirmeyen televizyon filmlerinden ibaret olduğu gerçeği ortada.
 


Bu yüzden bana göre kullandığı teknolojinin sağladığı özgürlüğün de sayesinde Jack London’ın tasvir ettiği ortama 117 yıl sonra çok yaklaşan bu son uyarlama, esere bağlılığı ile bazı çocuklar için yoğun gelebilecek edebi ciddiyetini koruyorsa da yarı-animasyonlu çekimleriyle seyircinin adrenalini yükseltecek heyecanlı bir eğlence sağlıyor.


Haftanın diğer filmleri

Bayi Toplantısı

Küçük Esnaf, Yol Arkadaşım, Yol Arkadaşım 2’nin senaristi İbrahim Büyükak’ın yine hem senaryosunu yazdığı hem de başrolünde yer aldığı Bayi Toplantısı, beyaz eşya işiyle uğraşan üç esnafın, gittikleri üç günlük bayi toplantısı sırasında kendilerini türlü olaylar içerisinde bulmalarını anlatıyor.

Anadolu’dan İstanbul’a gelen Namık, Adem ve Sadık hayatlarının sıkıntılı dönemlerini yaşarken yolları bir otelde gerçekleşen bayi toplantısında kesişir. Beklenmedik olaylar sonucu kendilerini çılgın bir planın içinde bulurlar. Üçlünün bu durumdan kurtulmak için birbirlerine güvenmekten ve hızlı hareket etmekten başka şansları yoktur.

Bayi toplantısı için Erzurum, Konya ve Gaziantep'ten İstanbul’a gelen üç beyaz eşyacının hayatı bu üç günde ne kadar karışabilir ki diye merak edenler, cevabını bu filmde bulabilir.

Burası Cennet Olmalı

Elia Suleiman’ın yönettiği It Must Be Heaven, dünyanın birçok şehrine seyahat eden ES’nin, buralarda anavatanı Filistin’den izlerle karşılaşmasını konu ediniyor.

Yönetmenin alteregosunu temsil eden ES yeni bir memleket arayışına girer. Ancak dünyanın hangi köşesine giderse gitsin, memleketi Filistin de onun peşinden gider; polis, sınır kontrolleri ve ırkçılık gittiği her yerde onunla birliktedir.

Yeni bir topluma entegre olabilmek için elinden geleni yapan Suleiman, herkesin ona sürekli nereden geldiğini hatırlatması ile karşı karşıya kalır. Onun bu yeni bir yerde yaşama hevesi ve ait olma arayışı, kısa süre içerisinde bir hatalar silsilesine dönüşür.

Filistin’den başlayıp, New York, Doha ve Paris’e seyahat eden Suleiman, gittiği yerlerdeki bir şeyin ona her defasında evini hatırlattığını fark ettikçe yakasını bırakmayan ülkesi onu gündelik hayatın içinde absürt ve komik durumların içine sürükler.

Onun bu keşif yolculuğu gerçekten nereye evim deriz sorusuna yanıt bulmaya çalışır.

Efsunlu Ayin

Efsunlu Ayin, kaldığı yurdun geçmişiyle ilgili anlatılan gizemli hikâyeleri araştırmaya koyulan gazetecilik öğrencisi Ebru’nun bu süreçte yaşadıklarını anlatıyor.

Gazetecilik bölümü son sınıfta okuyan Ebru, başlarda yurdun geçmişine dair anlatılan hikayelere inanmasa da burada yaşadığı korku dolu deneyimler ve geçmişe ait gördüğü sanrılar nedeniyle yurdu araştırmaya karar verir.

Ancak bu araştırması sırasında cevapsız birçok soruyla karşılaşır. Üstelik bu yurtta hiçbir şey göründüğü gibi de değildir.

Ebru, kendisine musallat olan varlığın geçmişte yurtta kaybolduğu iddia edilen kızlarla bir bağlantısı olduğunu çözdüğünde, binlerce yıldır insanlar ve cinler arasında süregelen bir akdin bozulacağı ayin gecesinin tam ortasında kalır.

Garez

Nicolas Pesce’nin yönettiği The Grudge, intikam hırsıyla dolu bir ruhun mesken tuttuğu eve bir şekilde yolu düşen herkesin maruz kaldığı dehşeti konu ediniyor.

Bekar bir anne, genç bir dedektif ile birlikte mahallesinde bulunan evde yaşanan bir cinayeti araştırmaya başlar. Banliyöde bulunan evin genç annesi, tüm ailesini evin içinde katletmiştir. Olayı incelemekle görevlendirilen bir dedektif ve kadın, araştırmalarını ilerlettikçe evin, içinde yaşayanları ölüme mahkûm eden bir hayalet tarafından lanetlendiğini keşfeder.

Mahallesindeki laneti öğrenen bekar anne, kendisini ve oğlunu lanetli evdeki şeytani ruhlardan kurtarmak için zorlu bir mücadeleye girişir.

Patron Gibi

Rose Byrne, Tiffany Haddish ve Salma Hayek gibi isimlerin yer aldığı Like a Boss, farklı kişiliklere sahip iki yakın arkadaşın, kurdukları şirkete yatırım yapmak isteyen biriyle tanıştıktan sonra ilişkilerinin de yıpranacağı bir süreçle başa çıkmaya çalışmalarını konu ediniyor.

Eski ve çok yakın iki arkadaş olan Mia ve Mel, birlikte çalışmaya karar verir ve bir şirket kurarlar. Birbirlerinden oldukça farklı karakterlere sahip olan kadınlar, sıfırdan bir kozmetik şirketi açar.

Başlarda her şey yolunda gider. İki arkadaşın bu girişimleri onları biraz borç altına soksa da yönettikleri şirketleri sayesinde hayatlarının en güzel dönemini yaşarlar. Ancak bir süre sonra bu iş, araya hırslı bir yatırımcını girmesiyle iki kadının dostluklarını tehlikeye sokar.

Vikingler: Büyük Macera

Vic the Viking and the Magic Sword, sevilen çizgi dizi Vikingler’in kahramanlarının yeni maceralarını anlatıyor.

1980’li yıllarda Türkiye’de ilk kez yayınlanan ve çok sevilen çizgi filmler listesinin başında yer alan Vikingler o günden bugüne birçok kuşağın beğenisini kazanmaya devam ediyor.

Kendilerine has kültürleri, birbirleriyle kurdukları bağlar ve farklılıklarıyla herkesin beğenisini kazanan bu çizgi dizi serisinin yaratıcıları tarafından sinemaya uyarlanan ve beyaz perdede ilk kez izleyeceğimiz bu animasyon filmi; aile sevgisi, dostluk ve cesaret temalarıyla dikkat çekiyor.

Viki ve dostları Ylvi, Squirrel, Leif şef Halvar ve ekibiyle birlikte bu filmde Viki'nin annesi Ylva'yı kurtarmak için yepyeni bir maceraya yelken açıyorlar.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.   

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU