AK Parti’nin Suriye ile imtihanı

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Toplumların önüne fırsatlar ancak olağanüstü durumlarda çıkar ki, bunlar da genellikle kriz durumlarıdır.

Sözgelimi yüzyıl önce Osmanlı imparatorluğunun çöktüğü dönem, kalanların önünde oldukça çetin ama yeniden başlamaya uygun bir vasat bırakmıştı.

Bu dönemin talihi ve talihsizliği, Türkiye’yi işgalden kurtaracak olan askerî kurmay heyetinin, aynı zamanda toplumsal kurtuluş için de işbaşında kalmasıydı.

Temel olarak Osmanlı geleneğine uymayan bu durum, İttihat Terakki tarafından başlatılan “devleti kurtarma” sürecinde öne çıkanların da genellikle askerî kişilikler olmasıyla ilgilidir.

Bir bakıma bu durumun, Osmanlı ile Batı arasındaki farkı ilk teşhis edenlerin cephelerde yenilip duran subaylar kuşağı olmasıyla da ilgisi vardır elbette.

Dolayısıyla Cumhuriyeti kuranlar kadar Türkiye’deki yenileşme sürecini radikalleştirenler de genel olarak bir “Paşalar” kuşağıdır ve bu kuşağın topluma bakışı, ister istemez askerî bakış açılarıyla koşullanmış bir bakıştır.

Bu otoriter, buyurgan, biçimci ve savaşçı bakış, neredeyse plastik bir kütle olarak telakki ettiği kitleyi istediği kıvama getirebileceğine dair bir cesarete sahipti.

Denedi de bunu. Hem de en akıl dışı deneyimlere de girişerek. Bir kısmından geriye dönüldü elbette.

Ama kalanlar, Kemalizm denilen bir ideoloji etrafında, İslam dünyasına bir Batılılaşma modeli olarak sunuldu.

Özünün kavrayamadığı ama biçimine hayran olduğu Batı’yı biçimsel girişimlerle Doğu’ya taşımanın mümkünlüğüne dair safdil iyimserliği sürdürerek.


Oysa her şey “sivil” bir gelenek tarafından daha farklı bir biçimde de yapılabilirdi.

Toplumu fazla örselemeden ve hatta onunla işbirliği içerisinde; kendisini sonuca götüreceğine inandığı keskin bir radikalizmdense, topluma inandırdığı bir iyimserlikle.

Adeta askerî bir kıta olarak gördüğü toplumun değerleriyle çatışmak yerine, bu değerlerle de işbirliği yaparak.

Zira İdris Küçükömer’in de vurguladığı gibi, hiçbir toplum yenilik düşmanı değildir; yeter ki bu konuda iyi niyetli bir yaklaşımla ikna edilmiş olsun.

Esasında Osmanlı aydınları ve yöneticileri de bunu denemekteydi. Ama onlarınki de başka sorunlarla malûldü.

Ama her iki kesim açısından da bu, yani yenileşme, kalkınma ve modernleşme, topluma yukarıdan bakan salt bir devlet politikasıydı.

Sonuç olarak her iki girişimin hasılası, günümüzün iki yakası bir araya getirilemeyen iki kutuplu toplumunda, neredeyse toplumsal bir şizofreniye dönüştü. 


Kuşkusuz sürdürülebilir bir durum değildi bu. Ve dolayısıyla bu duruma dair kriz de, yirmi yıl önce önümüze başka bir fırsat çıkarmıştı.

AK Parti, bir açıdan da bu krize dair çıkmazdan toplumu çıkarmak için iktidara gelmiş ve yine bu yüzden cari askerî vesayet sistemi bu gelişe göz yummuştu.

Ancak nasıl ki bir önceki kuşağın sorunu, toplumu yeniden inşa edecek öncülerin savaştan zaferle çıkmış askerî bakış açısıyla malûlse, AK Parti kuşağı da, Cumhuriyeti kuranlara olduğu kadar Batı’ya da tepkili bir geleneğin bakışıyla malûldü.

Bu bakış ise azimli olduğu kadar hınçlı, iktidar arzusuyla dolu olmasına karşı nesnellikten uzaktı.

1960’lardan itibaren emek-yoğun bir faaliyetle inşa edilen bu kuşağın öncüleri, Osmanlıcı bir milliyetçilik, Sünnîci bir din ve kalkınmacı bir güç metafiziği tarafından koşullandırılmıştı.

Gerçi 28 Şubat süreci, bu ilk kuşağı saf dışı bırakarak, daha anlaşılabilir ve mutedil bir genç kuşağı öne çıkardı.


Ne var ki toplumsal ve kültürel kodlar kolayca oluşmadığı gibi, çözülmüyor da.

Nitekim AK Parti’yi iktidara taşıyan bu kuşak da, başörtüsü serbestiyeti, askerî vesayetin geriletilmesi ve iktisadi sorunları aşmada önemli mesafeler alsa da, Cumhuriyet’in temel çıkmazlarından birisi olan Kürt ve Alevilik meselesindeki ayrımcılıkları aşamadığı gibi, İslam dünyasıyla başlangıçta iyileştirilen ilişkileri de giderek eskisinden bile daha kötü bir noktaya getirecektir.

Koalisyon ortaklarından (Fethullahçılar, Kürtler, İslamcılar…) kurtularak iktidarını ulusalcı bir eksende sabitleyecek ama Türkiye’nin özlemi ve ihtiyacı olan daha derin bir toplumsal değişimi ve daha örnek bir barışı inşa edemeyecektir.

Toplum kapitalist bir refahla tatmin edilse de, bunun karşılığı adaletten yoksunlaşmaktır.

Bu ise, temel kültürel kodlara dayanan koşullanmaların ötesinde, AK Parti’yi iktidara taşıyan süreçteki zaaflara ve hazırlık eksikliklerine de işaret etmektedir.


Başlangıçta içte ve dıştaki barışa yönelişte en fazla mesafe alınan Suriye’yle gelinen nokta da, bu temel paradoksun bir belirtisi.

Beri yandan bu, yine oldukça iyi bir mesafe alınan Kürt meselesiyle de doğrudan ilgili.

Belli ki o hazırlıksızlık, süreçlerin bir noktasında nefesin kesilmesine ve geleneksel kodlara avdete yol açmakta.

Aslında ise Lozan öncesi süreçte bahsi edilen “İskenderun Musul hattı”, Suriye Arapları kadar Kürtlerin de ekseriyetini içermekte ve bir tür özerklikten ve federatiflikten de söz edilmekteydi.

Ve bu federatif tasarı, Osmanlı sistemiyle de oldukça uyumluydu ve bunun üzerinden oldukça olumlu bir örneklik teşkil edilebilirdi.

Ancak İngilizlerin Musul petrolleri üzerindeki baskısı sonucu geriye adım atılacak; bu kez ise özerklik vaadi unutularak doğrudan bir ulus devlet modeline yönelinilecekti.

Bu ise onlarca Kürt isyanıyla, Türkiye Cumhuriyetinin en köklü sorununu ortaya çıkaracaktır.

Aslında bu süreçte Suriye halkı da Meclis’e başvurarak Misak-ı Millî sınırları içerisinde kalmak isteyecektir.

Kaldı ki Suriye’nin önemli bir bölümü de, bahsi edilen ilk plandaki sınırlar içerisindedir. Ancak Fransızların baskısı bunu da unutturacak ve ancak 1939’daki bir fırsattan yararlanılarak, Hatay Türkiye’ye ilhak edilecektir.

Ancak Suriye’de barışçı bir geri adım atılmaması bu fırsatçılığın hatırlanmasından ziyade, kendisini giderek ulusalcı kodlara rapteden AK Parti’nin, Cumhuriyet’in neredeyse en temel korkusu olan muhtemel bir Kürt devletini önleme çabasına dayanmakta.

Bir bakıma Osmanlı imparatorluğunun dağılma sürecinde izlenen yanlış politikaların bir devamı olan bu tutum, her defasında kaybedilen veya yeniden kazanılmak istenen topraklardan daha maliyetli olan askerî stratejilerin kayıplarına rağmen, Türkiye’yi toprağı ve askerliği yüceltmeyi adeta her şeyin üzerine yerleştiren bir bakış açısına sabitlemiştir.

Bu bakışın bir sonucu olarak ortaya çıkan Kuzey Suriye’deki askerî durumun Türkiye’yi sürüklediği yalnızlık ve içinden çıkılamazlığın tarihsel psikolojisi, dost olmak, paylaşmak, anlaşmak ve uzlaşmak gibi olumlu yaklaşımların yerine kazanmak, yenmek, yok etmek gibi olumsuz ve askerî yaklaşımların konulması anlamına gelmektedir.

Bu yüzden bir süre sonra AK Parti’yi hatırlamak için geriye baktığımızda aklımıza gelenler, korkarım ki gökdelenler ve İHA’lardan başka bir şey olmayacak.

Kısacası Suriye meselesi, Türkiye’nin baskılanmış olan tarihsel belleğini yeniden ortaya çıkarırken, aslında oldukça basit bir meselenin nasıl da çetrefil bir sorun haline getirilebileceğine dair de bir örnektir.

Tabi ki bu zorlaştırma, Araplara ve Kürtlere karşı olan o küçümseyici bakışımız kadar, fütuhatçılık ve egemenlik gibi baskılanmış bakışlarımızı da ele veren bir karmaşaya dayanmakta.

İşin trajik yanı ise, bu meseleyi sorunsallaştıranların, sözüm ona bu mevzularda Kemalist bakışa tepkili bir kuşak olması.

Ama anlaşılan o ki Kemalist etki otoriteryenliğe ve zecri bir modernleşmeye karşı eleştirel bir hesaplaşmanın olumluluğuna dönüşemediği kadar, özendirici bir benzeşme modeli olmak gibi olumsuz bir işlev de görmüş bulunmakta.

Bu ise toplumsal belleğimizin ne denli bütünleşik, sorgulanmamış ve aşılamamış olduğunu ortaya koyması açısından da ilginç bir durum.

Ve tabi, özür dilemek kadar geriye adım atmayı da bir tür erdemsizlik olarak gören askerî bakışla hesaplaşabilme cesaretinden yoksunlaşmışlık da cabası.

Şu anda yapılabilecek başka bir ihtimal de yok maalesef.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU