Gezi Parkı protestoları, aslında son derece demokratik bir kitleselliğe işaret ediyor. Çünkü her vatandaş, vergileri üzerinden kamusal alanı da satın almış oluyor.
Ancak iktidar partisi, en başından beri bu durumu böyle yorumlamadı. En başta dönemin Başbakanı Erdoğan, bunun Arap Baharı'nın bir uzantısı olduğunu düşündü ve eylemcilerin iktidarını hedef alacağına inandı.
Ancak ortada ne böyle bir kapasite ne de örgütlülük vardı. Ardından Erdoğan, Gezi eylemleri devam ettiği esnada yurtdışından döndüğünde hem AK Parti hem de Türkiye için büyük bir kırılma yaşandı.
Kendisini kefenle karşılamaya gelen kitlelerin varlığıyla beraber Erdoğan, kitlelere partisindeki güçlü, liyakatli ve toplumun farklı kesimleriyle ilişki kurmasını sağlayan isimlere ihtiyaç duymadan da seslenebildiğini anladı.
Bunun ardından partisindeki liyakatli kadroları günden güne tasfiye etti. Sonuçta AK Parti, bir yandan seçim kazandıracak proje ve politika üretme kapasitesi olan kadrolarını kaybederken, yani liyakatli kadroları sadakatli kadrolarla ikame ederken; diğer yandan da toplumun birçok kesiminden oy alan heterojen bir konfederasyon görüntüsünden toplumsal tabanı sınırlı homojen bir köy derneğine dönüştü.
Bu dönüşümün son aşaması ise 2015 Genel Seçimleri ve 15 Temmuz'un ardından yaşandı. HDP'nin, AK Parti iktidarını tehdit eder hâle gelmesinin ardından bir anda çöpe atılan 'çözüm süreci'nin ardından, Bahçeli'nin, Erdoğan'ın desteğe olan ihtiyacını fark etmesi ve MHP desteğiyle beraber geçen Türk tipi başkanlık sistemiyle birlikte Cumhurbaşkanı, milletin yegane temsilcisi ve milli iradenin yegane sahibi konumuna evrildi.
Şüphesiz bu yeni elbise, popülist bir lider için biçilmiş kaftandı. Çünkü bu yeni durum Erdoğan'ın her zaman yaptığı toplumu antagonizmik olarak ikiye bölme ve çoğunluğu kendi tarafında tutarak iktidarda kalma stratejisini yeni seçim sistemiyle kurumsallaştırmış oluyordu.
Başka bir ifadeyle bu sistem, her seçimi "ahlaksız, yozlaşmış, milletin değerlerine düşman CHP" ile "milletin bizatihi kendisi olan Erdoğan" arasında bir referanduma dönüştürüyordu.
Aslında bu yeni sistem basit bir matematik hesabına dayanıyordu: AK Parti ve MHP toplamının 1 Kasım 2015'te yüzde 60'ı bulması ve MHP'yi yanına almış bir AK Parti'nin sağdaki tek aktör konumuna erişmesi.
Dolayısıyla Erdoğan, bu yolla ve "milletin değerlerine düşman, yozlaşmış CHP" gibi bir popülist söylemle alternatifsiz iktidar olarak Türkiye'yi Putinvari bir hibrit rejime çevirebileceğini düşünmüştü.
Ancak evdeki hesabın çarşıya uymadığı kısa zamanda ortaya çıktı. 2017 Referandumunda MHP'den tasfiye edilen kadroların Akşener liderliğinde Hayır blokuyla beraber hareket etmesi yüzde 60'a yüzde 40'lık denklemin sabit olacağını düşünen Erdoğan'ın planını bozdu ve iki blok eşitlendi.
Ardından aynı yılın yaz aylarında gerçekleşen Adalet Yürüyüşü'yle beraber muhalefet, Kılıçdaroğlu'nın nötralize edilmiş liderliği etrafında birleşti.
Dolayısıyla Erdoğan'ın en istemediği şey olmuştu: Kültürkampları ve kimlikler üzerinden kutuplaştırdığı muhalefetin nötralize bir aktörün etrafında tohumlanması, kök salması ve meyve vermesi.
Bu durum hem oy hesabını iktidar bloku aleyhine dönüştürme hem de günden güne daha geniş bir tabana yayılarak iktidarın sağdaki tek aktör kalarak CHP'yi marjinalize etme stratejisini boşa düşürme gibi iki ciddi riske işaret ediyordu.
Nitekim Kılıçdaroğlu etrafında ortaya çıkan bu tohumlanma hâli belediye seçimlerine hem HDP hem de İYİP'ten oy alabilecek nötralize partinin, CHP'nin adaylarıyla gidilmesinin ardından ilk meyvelerini verdi.
Bunun ardından muhalif belediyelerin tüm engellemelere rağmen başarılı bir performans göstermesi ve yalnızca dört yıl önce karşısında aday olmaktan kaçınılan Erdoğan'a karşı muhalefetin aday enflasyonu yaşanması Erdoğan'ın bir iddiasını daha ortadan kaldırdı: "Bunlar iki koyunu bile güdemez!"
Ekonomik verilerin de Erdoğan'ın aleyhine işlediği bugünlerde, önceki sistemde kendisinin mecbur olduğu partisine de, iktidar gücünü elinde tutmak için artık onu iktidar yapması gerekmediği için, ihtiyacını yitirmesi eleştirel ve alternatif bir proje ortaya çıkmasına engel oluyor.
Çünkü artık beklenti, onun partisine seçim kazandırması değil, partisinin ne pahasına olursa olsun ona seçim kazandırması.
Dolayısıyla hamle ve hareket alanı neredeyse tamamen ortadan kalkan Erdoğan, üç temel strateji izliyor:
Yaşanan bütün olumsuzlukları bir yaşam biçiminin ve onun tezahürü olarak yansıttığı Gezi Parkı eylemleri ve eylemcilerinin üstüne yıkmak, bunun bir sonucu olarak ekonomi ve sığınmacılar gibi toplumun ortak rahatsızlıklarının konuşulması yerine tartışmayı "Ya ben ya Kemal" etrafında şekillendirmek ve son olarak sınır ötesi harekatla Türkiye'ye fiilen bağlı bir bölge yaratıldığı imajı yaratarak toplumun yoksullaşmadan duyduğu rahatsızlığı toprak fetişizmiyle ikame etmek.
Bu başlıklardan ilki olan başta iktisadi saha olmak üzere tüm olumsuzlukları Gezi Parkı eylemcileri ve bir hayat tarzının üstüne yıkma stratejisi, Erdoğan'ın son haftalarda yaptığı çıkışlarda kendisini gösterdi.
Önce "Aç gezseler de içki alıyorlar" çıkışıyla, sanki ülkedeki ekonomik sıkıntıların sebebi bir grup insanın içki içmesiymiş gibi bir algı oluşturmayı hedefledi.
Sonra bunu, camide görevli din adamının aksi yöndeki açıklamasına rağmen yine "Camide içki içtiler" söylemini ortaya atarak destekledi. Hatta bu söylem, "Camileri yaktılar"a kadar ilerletildi.
Erdoğan'ın buradaki amacı, her zaman yaptığı gibi, toplumu kimlikleri üzerinden bölerek çoğunluğu kendi yanına çekmek.
Bu noktada kendisinin altılı ittifakın içinde Gezi'ye bakıştaki farklılaşmadan faydalanarak masaya nifak sokmayı amaçladığı da ifade edilebilir.
Çünkü neredeyse her alanda yüzde 60'a yüzde 40 olarak görünen muhalefet lehine tabloda tek istisna Gezi.
Dolayısıyla Erdoğan, bu konudaki çıkışlarını sürdürerek hem kendi tabanına "Ekonomik sıkıntı çekseniz de memleketin sahibi biziz. Memleketin betini bereketini kaçıranlarla mücadele ediyoruz" mesajını iletmeye çalışacak hem de beş sağ partiden oluşan altılı masaya nifak sokmaya çabalayarak sağdaki tekel pozisyonuna yeniden yaklaşmayı deneyecek.
İkinci olarak Erdoğan, iki defa muhalefeti adaylık üzerinden tartışmaya zorladı.
İlki ocak ayında, Kılıçdaroğlu'nun "biz" yerine "ben" dilini kullanmaya başlamasıyla beraber yaptığı, "adayınız kim kardeşim" çıkışıydı.
Burada Akşener, Erdoğan'ın amacını fark ederek kendisini Cumhurbaşkanlığı adaylığına davet eden partililerinin davetini elinin tersiyle itti.
Ardından Kılıçdaroğlu da grup toplantısında bu çağrıya olumlu karşılık verip, uzunca bir süredir partililerinin ısrarla yaptığı "Erdoğan mı Kılıçdaroğlu mu?" mealindeki açıklamaları doğru bulmadığını zımnen de olsa ifade ederek, meselenin memleket meselesi olduğunu belirtti.
Ayrıca artık Erdoğan'ı doğrudan hedef almayacağını belirterek bunun yerine ülke meselelerine eğileceğini belirtti.
Ancak bir süredir Kılıçdaroğlu yine "biz" yerine "ben" diline döndü ve CHP'li yöneticiler de tartışmayı tam da Erdoğan'ın istediği "Kılıçdaroğlu mu Erdoğan mı" noktasına yeniden getirdiler.
Bu tür bir tartışma maharetli bir popülist lider olan Erdoğan'ın işini kolaylaştırır. Nitekim her zaman sağın popülist siyasetteki repertuarı çok daha geniştir.
Erdoğan, bu tür bir ikili tartışmada din ve milliyetçiliğin harmanı olan bir argümanla CHP'yi köşeye sıkıştırabilir.
Nitekim yukarıda açıkladığım Gezi söylemiyle ilkini, birazdan açıklayacağım sınır ötesi operasyonla da ikincisini yapmayı hedeflediği söylenebilir.
İmparatorluk bakiyesinden kalan dürtülerle Türk halkında "toprak fetişizmi" olarak ifade edilebilecek bir sınır genişletme refleksi olduğunu söylemek mümkündür.
Bu, teritoryal devlet çağının kapanıp ulus-devlet çağının açıldığını idrak edememenin bir ürünüdür.
Bunun farkında olan bir lider olarak Erdoğan, bu sıkışmışlık ortamında Suriye'de Türkiye'ye bağlı de facto bir yapı kurduğu propagandası yaparak "toprakları genişletme" kozuna sığınabilir.
Nitekim bu bölgelere İslamcı vakıf ve derneklerin son zamanlarda yaptıkları olağanüstü yatırımlar düşünüldüğünde bu senaryo çok da uzak değil.
Bir de bu yatırımları Erdoğan'ın "1 milyon Suriyeliyi geri göndereceğiz" söylemiyle birleştirince, bu tür bir de facto yapının kurulmasının planlandığıyla ilgili varsayım güç kazanıyor.
Böylesi bir hamlenin milliyetçi hissiyatı yükseltip "lider etrafında kenetlenme" refleksi yaratması şiddetle muhtemel.
Peki muhalefet ne yapabilir?
Ya da muhalefetin elinde bunlara karşı hiçbir karşı-argüman yok mu?
Elbette var. Ancak bunun için muhalefetin stratejisini 180 derece değiştirmesi gerekli.
İlk olarak Erdoğan'ın Gezi ve adaylık tartışmaları üzerinden toplumu bölmeyi amaçlayan popülist stratejisinin değirmenine su taşınmamalı.
Türkiye'de 70 milyona yakın insanın açlık ya da yoksulluk sınırının altında yaşadığı gerçeği sürekli gündeme getirilmeli örneğin.
Ya da cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmeden önce, 2017'de 18 milyon olan icra dosyası sayısının 2022'de 22 milyona çıktığı, vatandaşların toplam borcunun 2017'den 2022'ye 426 milyar TL'den 1 trilyon 26 milyar TL'ye yükseldiği; ancak buna karşın milyoner sayısının 100 binlerden 500 binlere çıktığı, bankaların toplam kârının da yine aynı dönemde 32 milyar TL'den 92 milyar TL'ye yükseldiği gibi çarpıcı veriler devamlı gündemde tutulmalı.
Yani ekonomideki kötü tablonun sorumlusunun Gezi değil, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olduğu bu çarpıcı verilerle ortaya koyulmalı.
Bu sistemin toplumun çoğunluğunun yoksullaşırken, mutlu bir azınlığın zenginleşmesine dayandığı gerçeği hatırlatılmalı.
Alternatif bir ifadeyle, Erdoğan'ın kimliklere dayanan popülizmi, onun elinin en zayıf olduğu alanla, iktisadi popülizmle boşa düşürülmeli.
İkinci olarak meseleyi Erdoğan'ın istediği adaylık meselesi üzerinden tartışmak yerine toplumun ortak sorunlarına merhem olacak ortak bir program üzerinden tartışmak da kendisinin elini zayıflatacak bir hamledir.
Altılı masanın üzerinde uzlaştığı ortak ve son derece somut bir geçiş dönemi ekonomi programı, sığınmacı programı ve istihdam programı, Erdoğan'ın adaylık üzerinden peşine takmaya çalıştığı muhalefetin minderine çekilmesi sonucunu doğuracaktır.
Yani Erdoğan, toplumda karşılık bulacak olan bu programlara alternatif programlar üretme çabasına girişerek tartışmayı adaylık üzerinden yürütemeyecektir.
Son olarak muhalefet, girişilecek olası bir Suriye operasyonunun ve yukarıda açıkladığım de facto bir yapının halkın rahatsız olduğu Suriyelilerle kalıcı olarak beraber yaşaması anlamına geleceğini açıklayarak, bunun yerine Rusya'nın zorunluluk gereği oyundan çıktığı bir ortamda Suriye'de istikrarın sağlanması ve sığınmacıların geri gönderilmesi için de bununla eşgüdümlü olarak bir programın başlatılmasını öngören alternatif projesini ivedilikle ortaya koymalı.
Bu üç konunun üzerinde acilen uzlaşılarak ortaya çıkacak ortak programın devamlı olarak altılı masanın bileşenleri tarafından ardı ardına dillendirmesi, iktidarın popülizm bataklığına saplanmamanın tek yolu.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish