Din; genel anlamda toplumun kendi değer ve yargıları doğrultusunda, kaynağı ilahi olan sosyal bir kurumdur.
Bu sosyal kurum sadece günümüzde var olmuş bir kurum değildir. Dünyanın yaratıldığı andan itibaren kendini hissettiren ve etkili olan bir kurumdur.
Hiçbir toplum yoktur ki bir dine ya da inanca mensup olmasın. İnsan yaratılış fıtratı gereğince sürekli bir şeylere inanma gereği hissetmiştir.
İnanç ile iman arasındaki en belirgin çizgi günlük hayatımızda pek dikkatimizi çekmese de çok keskin bir çizgidir.
Eskiçağlardan beri süre gelen bu çizgi, birçok dini de meydana getirmiştir. Çok tanrıcılıktan tek tanrıcılığa giden süreçte binlerce inanç esasları ortaya çıkmış ama iman hususunda yeterli kazanım elde edilememiştir.
Keza inandığımız obje veyahut nesnelere baktığımızda aslında ihtiyacımız olan her şey için yeni bir tanrı motifi ile anlamlandırmışız.
Yağmurun serinliği ve bereketi için tanrılar ile ortak hareket etmiş, onları kimi zaman yenmiş, kimi zaman da onlara yenilmişizdir.
İnandığımız değerleri koruma altına alma çabasına girerek onları kuşaktan kuşağa aktarmaya çalışmaktayız.
İyi ve kötü, yanlış ve doğru kavramlarının zihnimizde meydana getirdiği davranış biçimleri neden hep aynıdır?
Eskiçağlardan beri süre gelen ilahi bir varlığa inanma içgüdümüz doğuştan mı yoksa sonradan mı edinilmiş bir davranıştır?
Bu soruların cevapları inanç ve iman olarak adlandırdığımız bu iki unsur üzerine kurulduğunu bilmek icap eder.
Yapılan dini çalışmalar genelde inançlı kesimin dayandırdığı temeller üzerinden yapılmaktadır.
İnançlı insan, aslında neye inanıp neye inanmadığının farkında olan kişidir. İnançsız kişi ise neye inanmayacağını çok iyi bilen kişi veya kişilerdir.
Mensup olunan inanç esasları üzerinden hareketle ortaya konan düşünceler aslında karşımızdaki insanı inandırma kaygımızın oluşundandır.
Bunun aksine inanç esaslarının hem dini hem de mantık çerçevesi içerisinde sorgulanıp varsayılan iman esasları ortaya konmalıdır.
İnanç ve iman paradoksu üzerine kurulan dini değerleri aslında birbirine ne kadar çok benzediğini görebiliriz.
Eskiçağ ile başlayıp o dönemin sosyal yapısı hakkında bilgi vererek sosyal tarih içerisinde dini değerleri en sade biçimde ifade etmeye gayret edeceğiz.
İnanan insan; inandığı şeyin ne kadar farkında?
İnandığı için mi inanıyor yoksa bu genetik olarak geçen bir inanış biçimi mi?
Eskiçağlarda insanlar, fizyolojik ihtiyaçlarını en tabi olarak karşılama gayreti içerisinde idi. Her şeyin bir karşıtlığı olmakla birlikte bu karşıtlıklar arasında bazen geçişler yapılabiliyordu.
İyi olarak nitelendirilen bir insan aslında toplumun belirlediği yargılar doğrultusunda iyi bir insan sıfatını kullanabiliyordu.
Yine aynı şekilde toplumun belirlediği yargılar doğrultusunda kötü insan sıfatını kullanmak icap ediyordu.
İşin özüne bakacak olursak, toplumlar sadece yargılarını ve değerlerini değil kendi insanını da kendisi yaratıyordu.
İnsan gerçekten kendi cennet ve cehennemini kendi eliyle mi hazırlıyordu?
Peki, burada kim suçlu idi?
Tanrı mı yoksa tanrının tanrısı olan insan mı?
Bu soruların cevaplarını bulmaya çalışacağız. Ama her şeyden önce iman ile inanç arasındaki farkı bulmak gerekir.
A. İman ve inancın insan üzerindeki etkisi
İnsanın dünyaya adımını atar atmaz yaptığı ilk şey acıkan karnını doyurmaktır. Bunun için öğretilmiş bilgilerin kim tarafından öğretildiği ve ne için öğrettiğini bilmek lazım gelir.
İslam inancında bir Âdem ve Havva motifi vardır. Bu motif insan zihninde yasak kavramının belirmesinde önemli bir rol oynar.
Yasak meyve hususunda Âdem ile Havva'nın bir suçu var mıydı?
Tanrı, yasak elma üzerinden insanın nefsini mi sınıyordu?
Bu gibi sorular temel inanç esaslarını ortaya koymakta önemlidir. Yasak elmayı inanca benzetirsek aslında yasak olduğu söylenen elmanın yenmesi de inançtır.
İnsan inandığı şeylere iman etmedikçe ciddi anlamda ona itaat etmiş diyememekteyiz. Eskiçağlarda insanın kendi elleriyle yaptığı objelere tapması o dönem için baktığımızda olumsuz karşılamamız olanaksızdır.
İslamiyet inancı esas alındığında günümüzde bir obje yapılıp tapınılması tepkiyle karşılanmaktadır. Dini olgularla birlikte, insanın beşerî olarak oluşturduğu örf ve âdeti, zamanla dini olgularla iç içe girmiştir.
Eskiçağlarda din olarak bilinen şeylerin günümüzde örf ve adetler olarak karşımıza çıkıyor olması buna bir kanıttır.
Gerçekten din var mıdır?
Yoksa beşerî olarak oluşturduğumuz örf ve adetlerimiz mi dini meydana getirir?
Her toplumun örf ve âdeti neden farklıdır?
Tanrı olarak nitelendirdiğimiz yüce varlığın tek olarak algılanmasında, tarihi süreçler içerisinde meydana gelen örfi değerler büyük yer kaplamaktadır.
Çok tanrıcı olarak nitelendirdiğimiz Eskiçağ toplumlarına baktığımızda aslında çok tanrıcılığın da bir tek tanrıcılık esasına dayandığını görmek mümkündür.
Yapılan kazı sonucu elde edilen objelerin her birinin birer tanrı olarak nitelendirilmesi, o topluma bir hakaret sayılmaz mı?
Eskiçağ toplumu inandığı değerleri tanrılaştırmaya başladığı anda, içinde oluşan boşluğu da doldurmaya devam eder. Tanrılaştırdığı değerlerini, diğer tanrılarla aldatmak istemez.
Ancak tanrı ile anlaşamaz hale geldiğinde var olan tanrıyı yok etmiş ve yeni bir tanrı arayışı içerisine girmiştir.
Eskiçağ toplumu iman hususunda gereken bilgiye sahip olmadığından sadece inanç esası üzerine değerlerini bina eder.
Kutsal kitaplar, toplumların inandıkları ve kutsal gördükleri değerler üzerinden meydana getirilmektedir.
Her nasıl ki İncil'de Hz. İsa'dan ve o toplumdan bahsediyorsa Kur'an'ın da Hz. Muhammed ve toplumundan bahsetmesi garipsenemez.
Tanrı seslendiği zaman o toplumun diliyle seslenir. Onlara oluşturdukları değerler üzerinden mesajlar yollayabilir.
Tanrının toplumların meydana getirdikleri değerlere kati surette müdahalesi söz konusu değildir. Onların değerlerini kabul etmekle birlikte, vahiy yoluyla ilettiği mesajlarıyla da bunu tasdiklemiştir.
Her toplumun yapısı farklı olmakla birlikte, tanrının bazı şifrelerle bu toplumları uyardığı kutsal kitaplar yollamıştır.
Şifreler günümüzde bile gizemini korumakla birlikte, sanki şifrenin çözülmesi için değil de çözülmemek için verildiğine dair anlayışlar vardır.
Kimi İslam âlimi buna duygusal yaklaşmakta ve şifreleri basite indirgemektedirler.
B. Cennet ve cehennem inancı
a. Cennet
Eski çağlardan beri süre gelen ve en merak edilen unsur, ölümden sonraki yaşam olmuştur. Günümüzde dahi bu unsur gizemini muhafaza etmektedir.
İnsan, yaşamı boyunca merak ettiği bu unsur aslında zihinde meydana gelen bir tanımlama veya bir benzetmeden ibaret olmuştur.
Tam manasıyla ölümden sonraki yaşamın neyi ifade ettiği zihinlerde oturtulmuş değildir. Tarihi süreçler içerisinde bu kavramın tanımı yapılsa da insanı tatmin eden bir cevabı bulunabilmiş de değildir.
Her toplum kendi belirlediği yazılı ya da yazılı olmayan kurallar ve değerler doğrultusunda neyin iyi, neyin kötü olduğunu ortaya koymuştur.
Her toplumunun sahip olduğu değerler farklı olduğundan; farklı toplumlardan aynı değerlere sahip olması beklenemez.
Bu nedenle toplumlar incelenirken dönemin şartları göz önünde bulundurulmalı ve toplumun değerleri doğrultusunda kanılara varılmalıdır.
Eskiçağ toplumu da aynı şekilde kendi değerleri ve inançları üzerinden cennet kavramını zihninde canlandırmıştır. Zihninde var olan cennet kavramı, şüphesiz olumlu bir olgu üzerine bina edilmiştir.
Bu nedenle bu olumlu kavramın insan zihninde bıraktığı olumlu düşünce cennetin iyi bir kavram olduğu sonucuna iletmiştir.
Cennet kelime manasıyla iyi olan insanların ahiret inancı usulünce öldükten sonra mükâfatını aldığı yerdir.
Orası sonsuzluğun bir başlangıcı olan mutlak bir yerdir. Orada zaman ve mekân kavramları olmamakla birlikte, insanların sonsuz yaşam süreceği bir yerdir.
Tek tanrı inancına göre buraya ancak mutlak tanrının emirlerine uyan ve iyi olarak nitelendirilen kişiler gidebilir.
Ancak iyi ve kötü kavramını iyi analiz etmek ve ona göre cennet kavramını tanımlamak lazım gelir.
Devam edecek...
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish